Sunday, April 29, 2012

Amerika, kütüphanelerin niçin gözyaşı ile dolu?

İki haftadır akademik işler nedeniyle yeniden Amerika’dayım. Buraya geri dönmenin üzerimde şaşırtıcı bir etkisi oldu. Peşimi hiç bırakmayan yabancılık hissine bir tür aşinalığın eklendiğini farkettim.

Dükkanlara girdiğimde, beni tanıyıp hal hatır soranlar olduğunu görünce afalladım. Hatta her zaman gittiğim kahvede ne yiyip içtiğimi bile hatırladılar. Bunu beklemiyordum. Demek insan gittiği yerlerde küçük de olsa bir iz bırakıyor.

Berkeley sokaklarında amaçsız bir şekilde dolaşıp dururken şunu düşündüm: ne kadar tanıdık gelse de ben buraya ait değilim. Bu kötü bir şey sayılmaz gerçi. Bir toplumun kenarında durup onu seyretmenin garip bir çekiciliği var. İnsanı ebedi bir izleyici haline getiriyor. Ama bir yandan da bir gözlemci olarak mahir kılıyor.

Fakat göz aradığı şeyi görüyor tabii. Her zaman olduğu gibi. Ben de bütün bu varlık ve bolluğun içinde yine gidip sefalet hallerini görmeyi başardım. Sokaklara bırakılmış yaşlılar, evsizler, deliler ve boş bakışlı uzun yüzleriyle etrafı seyreden yoksullar.

Tabiyatım itibarıyla hüzne yatkınımdır. Hatta defterimin kenarına şöyle bir not düşmek isterdim: melankoli benim karakterimdir. Çoğu kez bunun geldiğim yerle ilgisi olduğundan şüphe ederim. Benim geldiğim coğrafyadan çıkmış insanların çoğuna akşamları efkar çöker. İsterler ki şöyle denize doğru baksınlar, derin derin iç geçirsinler falan filan.

Fakat buradaki hüzün bildiğim hiç bir şeye uymuyor. Amerika’da nereye gidersem gideyim, önünden geçerken bakamadığım yerler var. Bunların başında McDonaldslar geliyor. Bizim memlekette ilk açıldıkları zaman yarattıkları heyecanı düşününce acı acı gülümsemekten kendimi alamıyorum.

McDonalds burada yoksulların toplaştığı ve gün boyunca önlerinde birer paket patates ya da bir hamburger ile oturdukları garip bir yer. Her köşesinden o kadar ağır bir umutsuzluk sızıyor ki, kapısının önünden bile geçmeye dayanamıyorsunuz. İçeridekilerin çoğu yaşlı ve hasta insanlar. Belli ki ne doktora gidecek paraları var, ne de geceyi geçirecek bir yerleri.

İnsan gibi bir hayat yaşayamadıkları açık. İnsan gibi ölebilecekleri bir günün umuduyla orada öylece bekliyorlar.

Geçen gün, McDonalds’da oturanların arasında tanıdığım bir yüz gördüm. Berkeley kütüphanesinden tanıdığım biri. Hep aynı köşede oturan ve cebinden çıkardığı kağıtlara arada bir bir şeyler çiziktiren bir adam.

Yüzünü çok iyi hatırlıyorum. Çünkü geçen sene bütün bir kışı birlikte kütüphanede geçirdik. Bir iki kez kitap yerleştirirken falan omzunun üzerinden uzanıp ne yazıyor diye bakmıştım. Önünde aynı okunaksız yazıyla doldurduğu sayfalar ve sayfalar vardı. Bu acayip kasabanın delilerinden biri, diye geçirmiştim aklımdan. Sonra da suçlu suçlu kendi önümde biriken kağıtlara bakmıştım. Kim bilir, belki o da benim için aynı şeyi düşünüyordu.

İşte şimdi McDonalds’da bakışları yere doğru dönmüş bir sürü umutsuz insanın arasında oturmuş yine yazıyor yazıyordu. Durdurulamaz bir şekilde.

Bunları düşünürken, gözümün önüne Berkeley Halk Kütüphanesi’nin bodrum katında oturmuş aynı dergileri yeniden ve yeniden okuyan Allen Ginsberg geldi.
“Amerika her şeyimi verdim sana, şimdi bir hiçim/17 Ocak 1956 ve iki dolar yirmi-yedi sent/Kendi kafam bile destek değil bana/İnsanlarla savaşı ne zaman sona erdireceğiz Amerika?” diye soran Ginsberg.

Adama bir kez daha baktım. Karmakarışık ak saçları, kendi kendine sürekli bir şeyler fısıldayan ağzı ve elindeki bir tomar kağıda kurtarıcısıymış gibi yapışan elleriyle yaşlı bir şair olabilirdi.

“Sen korkunç musun Amerika, yoksa bir oyun mu bu?” diyebilirdi o da. Biliyor musun, ben çocukken komunisttim. Bunun için özür dilememi istiyorsan daha çok beklersin, diye dikleniyor olabilirdi. Burası ciddi insanların ülkesi. İşadamları, film yapımcıları, sokak satıcıları, herkes çok ciddi. Ben hariç. Zaman zaman acaba ben Amerika değil miyim diye düşündüğüm oluyor, diyebilirdi. Cezaevlerinden, tımarhanelerden, kendilerine sığınacak bir yer arayan evsizlerden dem vurabilirdi.

Bir sene boyunca aynı soğuktan kaçarak sığındığımız okuma salonunda yan yana oturduğum bu dağınık ve yoksul adam Amerika’nın ta kendisi olabilirdi.

Not. BirGün yazısında Ginsberg'in ismi de dahil olmak üzere kimi yazım hataları olmuş. Kusura bakmayın.

Monday, April 16, 2012

İş Defteri*

Korkağın biriyim ben. En çok da yazmaktan korkuyorum. Hep korktum. Yeni değil bu.

Korku çok adi bir şey. Hiç kendine benzemiyor. Benzese tespit etmesi kolay olur, yakasından tutup atarsınız. Ama o her seferinde farklı bir şekil alarak dikiliyor insanın karşısına. Yazmaktan neden bu kadar korktuğumu düşününce birbirini tutmayan bir sürü sebep buluyorum mesela. Kontrolü kaybetmekten korkuyorum. Çok kontrollü davranıp kasıntı olmaktan korkuyorum. Kendimle yüz yüze gelmekten korkuyorum. Fazlaca görünür olmaktan korktuğum gibi görünmemekten de korkuyorum. Duygusal şeyler yazıp çiçek böcek yazarı diye anılmaktan korkuyorum. Duygusal olmayayım derken bu sefer bıçkın biri gibi davranıp saçmalamaktan korkuyorum. Yanlış anlaşılırım diye korkuyorum. Bilmiş bilmiş laflar edip kendimi rezil etmekten korkuyorum. Beğenilmemekten korkuyorum. Ama beni beğensinler diye uğraşıp samimiyetimi kaybetmekten de korkuyorum.

Ve tabii kötü yazmaktan deli gibi korkuyorum.

Yazma korkum ilkokul birinci sınıfta, yani yazmayı öğrendiğim sene başladı. İş defteri diye bir şey vardı o zamanlar. Sınıfta yazılan şeyler günlük defterde toplanır, sonra eve gidildiğinde iş defterine temize çekilirdi. Bazılarınınki çok düzgün olurdu: önce beyaz kağıtla sonra yıpranmasın diye ikinci bir kat naylonla kaplanmış, inci gibi bir yazıyla donatılmış ve çiçekli kenar süsleriyle bezenmiş pırıl pırıl iş defterleri gördüğümü hatırlıyorum.

Benim defterim ise düpedüz berbattı. Yazım zaten bir felaketti, kargacık burgacık bir şeyler çiziktirip duruyordum. Ayrıca satırları bir türlü tutturamıyordum: harfler hep aşağıya doğru yuvarlanıyor, sayfanın bir köşesinden çıkıp gidecekmiş gibi duruyorlardı. Defterimin kabı sıyrılmış, yaprakları kollarımı sürtüp durduğum için kararıp kıvrılmıştı. Mandal takardık o kıvrılan yerler düzelsin diye.

Bir kere kıvrılan şeyin bir daha asla eskisi gibi olamayacağını da o defter sayesinde öğrendim ya, isterseniz şimdi oraya hiç girmeyelim.

İşte bu defter benim kabusumdu. Uğraşır dururdum bütün gece bir şeye benzesin diye. Ama bir türlü olmazdı. Öğretmen sıraların arasında dolaşıp iş defterlerini kontrol ederken başımı önüme eğer, mandallardan kurtulur kurtulmaz yeniden kıvrılıveren yaprakları göz ucuyla seyrederek hayıflanırdım.

Okulla beraber hayatım değişmişti. Kalemlere asılmaktan hissizleşen parmaklar, dolmak bilmeyen sayfalar ve birbiri üzerine yığılan ödevlerden oluşan bir dünyam vardı artık. İş defteri bunların hepsiydi sanki. Onu düşman bellemiştim. Ta ki kaybedene kadar.

Bir gün kılçık bir oğlan çocuğu defterimi elimden kaptığı gibi kaçırdı. Uzunca bir süre kovalamaca oynadık. Buraya kadar her şey normaldi. Fakat ben tam da ‘eh, artık geri verir herhalde’ diye düşünürken, garip bir şey oldu. Onu nasıl kızdırdıysam (çocukken çenemi pek tutamazdım), bir türlü hıncını alamadı ve boynunda asılı duran delikli silgiyi çıkarıp yazdığım her şeyi birer birer sildi. Hem de gözümün içine baka baka. Donup kaldım. O kadar şaşırdım ki, hiç bir şey yapamadım. Bunun olabileceğini hiç düşünmemiştim.

Nice uykusuz geceye mal olmuş bütün o yazılar çiziler birer birer uçup gitti. Bir türlü ezberleyemediğim sonbahar şiiri, kimbilir kaç kere yazdığım “Oya yattı uykuya, haydi sen de yat Kaya” fişi, zor bela yaptığım soru işaretleri, hepsi yok oldu. Bir tek şey kaldı geriye: harflerden kalan soluk izlerin üzerinde pırıl pırıl parlayan kocaman kırmızı bir ‘Pekiyi!’ Nasıl olduysa bir ara bir aferin almıştım. O da tükenmezle yazıldığı için bu felaketten sağ çıkmıştı. Şimdi boş sayfada kötü bir şaka gibi duruyordu.

Yazdıklarımın kalıcı olmadığını farketmek yeterince acıydı zaten. Yine de esas meselem bu değildi. Diğer sayfaların yeniden yazılabileceğini hissediyordum. Ama ya üzerinde ‘Pekiyi!’ yazan o boş sayfayı nasıl dolduracaktım? Onu hak edecek kadar iyi ne yazabilirdim ki? Bunu düşündükçe, hastalanacak gibi oluyordum.

İşte o kırmızı ‘Pekiyi!’ benim lanetimdir. Korkulardan bir korku seç deseniz, hiç düşünmeden onu seçerim. Tepemde bir kılıç gibi sallanır durur. Bana her ‘yazabilirsin’ dendiğinde kafamı kaldırıp ona bakar ve ürperirim.

* İlk kez 19 Mart 2010 tarihinde Afili Filintalar adlı sitede yayınlanmıştır.

Wednesday, April 11, 2012

Adam gibi sev beni...





Görüştüğüm adamlar,
Ruhlarını rafa kaldırmış hepsi
Kendilerini bile sevmiyorlar
Beni nasıl sevsinler ki?

Ama sevecek biri lazım bana
Gerçekten anlayacak beni
Tepeden bakmayacak
Adam gibi sevecek biri

Öyle berbat herifler gördüm,
Bir türlü bulamadım
Gezintiye çıkarmak yerine
Beni eve götürecek birini.

Oysa beni sevecek biri lazım
Biliyorum, sen yapabilirsin.
Bunu diyorsam, inan bana
Adam gibi sevebilirsin.

Yatakta kıvranmanı beklerler
Belkemiğin yokmuş gibi
Ama ben öyle bir adam istiyorum ki,
Omurgam kendisininmiş gibi sevsin beni.

Bebeğim, biliyorum yapabilirsin
Bunu diyorsam, inan bana
Adam gibi sevebilirsin.

Eve geldiğimde kafam bozuksa
Oturup ağlamak geliyorsa içimden
İyi olur bana sarılacak biri olsa
İstemem aptalın biri sorsun: “Neden?”

Beni sevecek biri lazım
Sevgilim, sen yapabilirsin.

Tepeden bakma bana
Adam gibi sev beni. 

Original title: "Love me like a man" by Bonnie Raitt

Sunday, April 08, 2012

Üzücü Bir Olay

BirGün
8 Nisan 2012

Bir yazar tipi vardır, sanki çatapatlarla, kızkaçıranlarla, patlangaçlarla dolaşır sürekli. Her türlü kelime oyununu sever, dramatik sahnelere bayılır, karakterlerine illa ki büyük büyük laflar ettirir. Ne tür artistlik yapsa gözü doymak bilmez. İster ki metinlerini önce baştan sona, sonra sondan başa, ardından bir de çaprazlama okuyalım. Hem de her seferinde başka anlamlar bulalım.

Bunların kaldırdığı toz duman dağıldıktan sonra, arka sırada mahcup bir şekilde duran bir başka tür yazar görürüz. Bu ikinci grup tantanayı fazla sevmez. Onlar sadece dikkatli gözler için yazarlar. Gündelik hayatın sızısından, sıradan insanların tükenmişliğinden, kalp kırıklıklarından bahsederler. Bunlar herkesin baktığı ama pek az insanın görebildiği inceliklerin hikayecisidir.

İrlandalı yazar James Joyce, bu iki gruba da giriyor olması açısından ilginç bir vaka teşkil eder. Ulysses’de mesela, sıradan bir adamın olağan bir gününü olabilecek en tantanalı şekilde anlatır. Ulysses büyük bir romandır elbette. Fakat ben seçmek zorunda kalsam, dönüp dolaşıp yine gider Dublinliler’i alırım. Kenarda köşede kalmış küçük ayrıntılara düşkünlüğümün payı vardır bunda elbet. Yine de esas neden Dublinliler’in bir düş kırıklığı ansiklopedisi olmasıdır. Joyce bu kitapta, kırılan umutları, gerçekleşmemiş hayalleri, boşa geçmiş hayatları hikaye eder.

 Bunlardan birini hiç unutmam. Belki de bana her zaman bir uyarı gibi göründüğü için.

“Üzücü Bir Olay” adlı hikayenin kahramanı James Duffy yalnız yaşayan bir adamdır. Hayatını en ince ayrıntısına kadar tanzim etmiştir. Düzensizliğe tahammülü yoktur. Beğenmediği şeyleri kıyasıya eleştiren ve kusurları kolay affetmeyen biridir. Belli ki dünyasındaki her şey tanımlıdır. Tanımlı olmayanları ise yaşamından çıkartmak konusunda tereddüt etmez.

Hikaye de bunun üzerinedir zaten. Duffy, bir gün konserde Bayan Sinico adında biriyle tanışır. Kadının zeki bakışlarından etkilenir. Bir kaç kez daha karşılaşınca, sessiz bir anlaşmaya uyar gibi her hafta görüşmeye başlarlar. Kadın evlidir ama belli ki mutsuzdur. Coşkulu bir arkadaşlıktır onlarınki, kitaplardan müzikten ve daha bir çok şeyden söz ederler. Heyecanlı bir konuşmanın ertesinde, bir gece Bayan Sinico adamın elini tutkuyla kavrayıp yanağına bastırınca buluşmaların sonu gelir. Duffy böyle bir hamleye hazırlıksızdır. Bir yakınlığın olasılığı onu irkiltir. Beceriksizce vedalaşır ve kadınla görüşmeyi derhal keser.

Bu olaydan dört yıl kadar sonra, her gün gittiği lokantada lahana ve sığır etinden oluşan yemeğini yerken (Joyce böyle ayrıntılara bayılır), gazetede bir ölüm haberi görür. Ölen bayan Bayan Sinico’dur. Bir akşam raylardan geçmeye çalışırken trenin altında kalmıştır. Kızı onun son zamanlarda geceleri içki satın almak için sokağa çıktığını söylüyordur. Annesini bu kötü alışkanlığından vazgeçirmeye çalışmış ama başaramamıştır.


Bu haberle sarsılan Duffy okuduklarına bir anlam verebilmek umuduyla yürümeye başlar. Evli bir kadınla gülünç bir ilişkiye mi girseydim, diye sorar kendi kendine.

Hayır, o her zamanki gibi doğru olanı yapmıştır. Fakat hayat bir garip görünmektedir şimdi. Eksik ve soğuk. Her zamankinden daha karanlık. Birden anlar ki, yarın ölse kimse onu hatırlamayacaktır. Kimse ismini sevgiyle anmayacaktır ardından: “Yaşantısının tavizsiz doğruluğunu gözden geçirdi; hayatın şöleninden kovulmuş biri olduğunu hissetti. Tek bir insan onu sever gibi olmuştu ve o da hayatı ve mutluluğu esirgemişti ondan.”

Joyce’un becerisi Duffy gibilerin lanetini bu kadar incelikli bir şekilde anlatabiliyor olmasındadır.

Bu insanlar iyi birer yurttaştırlar. Her sabah işyerine zamanında gider, arabalarını nizami park ederler. Komşularıyla iyi geçinir, sorumluluklarını yerine getirir, cenazelerde arka sıradaki yerlerini alırlar. Her zaman tedbirli, saygılı ve dikkatlidirler.

Her konuda bir fikirleri vardır. Kafaları karışmaz, bir kere bile tökezlemezler. Sorsanız, hiç hata yapmadıklarını söyleyeceklerdir.

Mesele de budur ya zaten. Onlar doğruları yaparken zaman geçmiş, hayatları da köhneyip sönüvermiştir.

Çoğu bunun farkına bile varmaz. Oldukları yerde çürüyüp giderler. Kullanılmadan eskiyen mobilyalarla dolu loş bir misafir odası gibi.

Monday, April 02, 2012

Beşinci Kat

BirGün
1 Nisan 2012
Dünyayı edebiyat üzerinden okuma alışkanlığı olan herkes gibi, ben de ara sıra hikayeler kurgulama illetine tutulurum. İstemeden olur bu. Ama illa ki olur. Basit tesadüflerde gizli anlamlar aradığımı, önemsiz ayrıntılarda işaretler görmeye başladığımı, ya da birbiriyle ilgisi olmayan bir dizi olaya nedensellik atfetmeye çalıştığımı fark edince utanır, bu durumu örtbas etmeye gayret ederim.

Fakat bu sefer öyle yapmayacağım. Galiba bu hastalığın bir çaresi olmadığını anladım. Saklamak nafile. Yapışkan bir meret. Bir kez size musallat olduysa onunla yaşayacaksınız. Artık her tecrübenizde edebiyattan bir iz bulacaksınız. Tecrübe ne kadar acıtıcı olursa olsun.

Babamı hastaneye kaldırdığımızda da aynı şey oldu. Hafızamın derinliklerinde uykuya yatmış bir Buzzati öyküsü, saklandığı yerden fırlayıp çıktı ve beni ele geçirdi.

“Yedi Kat” adlı bu öykünün kahramanı olan Giuseppe Corte, güneşli bir Mart sabahı ateşli hastalıklar konusunda uzmanlaşmış bir sağlıkevine elinde küçük bavuluyla güle oynaya girer. Biraz ateşi vardır. Tedbirli biri olduğu için evde yatmak yerine hastaneye gitmeyi tercih etmiştir. Giuseppe’yi açık renkli mobilyalarla döşenmiş, aydınlık, temiz bir odaya yerleştirirler. Onunla beraber biz de daha ilk günden hastanenin ilginç bir özelliğini öğreniriz. Hastalar katlara durumlarının ciddiyetine göre dağıtılmışlardır. Guiseppe’nin de bulunduğu yedinci, yani son kat, en hafif durumlar içindir. Altıncı kat ağır olmayan ama önemsenmesi gereken hastalara ayrılmıştır. Beşinci kat ciddi hastalıklar içindir ve böylece kattan kata gidilmektedir. İkinci katta çok ağır hastalara bakılırken, birinci kat ise sadece çaresiz hastalıklarla boğuşanların tutulduğu yerdir.

Hikaye böyle açılır. Tecrübeli okuyucu böyle bir bilginin boşuna verilmediğini hemen hisseder. Hissettiği gibi de olacaktır. Felaket geliyorum demez. Ufak bir aksilik yüzünden Guiseppe altıncı kata alınır. Sonra beşinci katta yer olmadığı için doğrudan dörde postalanır ve olaylar gelişir. Kahramanımız sonunda kendini umutsuz hastaların konduğu birinci katta buluverir. Bütün bunlar bir yanlışlık nedeniyle olmuştur. Ama kimin umrundadır? Pencereden rüzgarda hafif hafif sallanan ağaçların göründüğü o aydınlık ve ferah oda artık bir düş kadar uzaktadır. Öykü biterken Guiseppe’yi son kez görürüz. En alt kattaki odasında, sıkı sıkı örtülmüş perdelerin arkasındaki karanlığa teslim olmuş yaklaşan sonunu beklemektedir.

İşte bu öykü o karanlıktan çıktı geldi. Nasıl gelmesin?

Bir ay kadar önce güzel bir Mart sabahı, yüksek ateş şikayetiyle hastaneye götürülen babam, bir süre Acil Servis’te tutulduktan sonra Dokuz Eylül Üniversitesi’nin Enfeksiyon Hastalıkları Birimi’ne yerleştirildi. Acil’den servise çıkarıldığında yanında kız kardeşim vardı. “Kaçıncı kattasınız?” diye sordum telefonda. Hastaneye gidip nöbeti devralmak üzere giyinirken kendi kendime tekrar ediyordum: “Beşinci Kat. Beşinci Kat. Beşinci Kat.”

Unutmamak için değil. Hatırlamak için. Arada büyük fark vardır.

Babam Beşinci Kat’taki İntaniye Koğuşu’nda bir aya yakın yattı. Doktorlar hastalığı hızla teşhis ettiler. Maalesef menenjit olmuştu. Nereden çıktığı bilinmeyen bir bakteri önce omuriliğe ardından da beyin zarına yürümüştü. Durumu gayet ciddiydi.

Beşinci Kat’ın anlamı da buydu zaten. Ciddi hastalıklar. Öyküyü sonunda hatırlamıştım.

Beşinci Kat’ta babamla birlikte bir aya yakın mücadele verdik. Bu süre içinde kafamda Buzzati’nin öyküsü ile dolaşıp durdum. Kardeşime hiç söylemedim ama en büyük korkum bizi aşağıdaki servislerden birine taşımalarıydı. Alt katlarda kim bilir neler vardı? Bakmaya bile korkuyordum.

Korkularımın yersiz olduğu kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Beşinci Kat iyi bir yerdi. Herkes işini mükemmel yapıyordu. Öyküdekinin tersine, tek bir aksilik bile olmadı. Sorularımızı dikkatle dinleyen ve sabırla yanıtlayan sevgili doktorlarımıza, Ebru ve Meryem hemşireler başta olmak üzere bütün sağlık ekibine ve neşesiyle hepimize moral veren zehir gibi hastabakıcımız Aydın’a buradan bir kez daha teşekkür etmek isterim.

Kardeşlerim ve ben Enfeksiyon Birimi’ne minnettarız. Bu mücadeleyi onlar sayesinde kazandık.

Günlerce kendini bilmez bir şekilde yatan babamın ateşi sonunda düştü. Bir ara gözünü açtığında, bana nerede olduğumuzu sordu. “Beşinci Kat’tayız,” dedim ona. “Korkacak bir şey yok!”