Monday, November 14, 2011

Kırmızı Kazak


14 Kasım 2011
BirGün


“Madame Bovary” beklenmedik bir sahne ile açılır. Flaubert, Charles Bovary’nin okuldaki ilk gününü anlatarak girer hikayeye. Oysa romanın merkezinde duran Emma’dır. Flaubert’in onunla doğrudan ilgisi olmayan bir detayla başlaması ilk anda biraz garip görünebilir. Fakat roman ilerledikçe, yazarın bize hatırlattığı gibi, aslında “bir taşra hikayesi” ile karşı karşıya olduğumuzu farkederiz. Böylece ilk sahnenin anlamı netleşir, taşlar yerine oturur.

Charles Bovary ağırkanlı ve çirkince bir çocuktur. Anası babası onu ancak okula gönderebilmiş olduğu için diğerlerinin yanında biraz iri yarı kalmaktadır. Bu yetmiyormuş gibi, bir de başında yeni alındığı belli olan hayli şekilsiz bir şapka vardır. Flaubert, bu şapkayı uzun uzun tarif etmekten neredeyse hastalıklı bir zevk alır. “Tüylü kasketle kalpak, melon şapka, samur kasket, pamuklu takke arası bir şeydi,” der ve hızını alamamış gibi daha bir kaç paragraf devam eder.

Üzerine dar geldiği belli olan ceketi, göğsüne kadar çektiği pantolonu, hatta iyi boyanmamış kaba saba kunduraları bir yana, Charles’ı düşündüğümüzde aklımıza gelen ilk şeyin bu saçma şapka olması da bundandır. Sarı püskülü, kırmızı şeritleri ve yumurta biçimindeki gövdesi ile bu çirkin şapka, Charles’ın sakilliğinin ve taşralılığının sembolü haline gelir. Aslında belki de bu şapka sayesinde anlarız ki, Charles gibi bir adam Emma gibi gözünü yukarılara dikmiş hırslı bir kadını asla mutlu edemeyecektir. Daha çocukluğundan bellidir bu.

Flaubert’in, romanın baş kişisi olan Emma’nın henüz adını bile geçirmemişken, başka bir karakterin hikayesinde bizi onun varlığına hazırlayışına hep hayranlık duymuşumdur. Fakat bu şapka meselesinin benim için başka bir anlamı daha vardır. Ne zaman bu sahneyi düşünsem, üniversitede geçirdiğim ilk haftayı hatırlarım.

1984 senesinin Eylül ayında, üzerimde yeni alındığı için iyice sert olup bedenime oturmayan kot pantalonum, Converse taklidi bez pabuçlarım ve annemin ördüğü kırmızı kazak olmak üzere kendimi Boğaziçi Üniversitesi’nin göbeğinde bulmuştum.

Kayıt günüydü. Ortalık cıvıl cıvıldı. Herkes birbirini tanıyor gibi görünüyordu. İnsanların yürüyüşlerinde bile bir hafiflik vardı sanki. Bundan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Kıyafetleri de bu rahatlığın ifadesi gibi görünmüştü bana. Rengarenk etekler, gümüş takılar, aldırışsız bir şekilde omuzlara atılmış eşarplar gırla gidiyordu. Halka küpeler takmış ve dalgalı saçlarını köpek başı modeli kestirmiş bir kıza Kırmızı Salon’un nerede olduğunu sordum. Yan yana sıralanmış binalar arasında belirsiz bir yeri işaret etti. Meydanı boydan boya geçerken, sağlı sollu dizilmiş sohbet eden öğrencilerin bana bakıp gülüştükleri hissine kapıldım. Herkes pek güzel pek alımlıydı. Hepsi, o zaman “Orta Saha” dediğimiz o meydanda doğmuş gibi görünüyordu. Oysa benim hafifçe yamuk kesilmiş kahküllerim bile kale arkasından bir yerlerden geldiğimi söylüyordu.

Sonra kayıt bitti, okul başladı. Bütün bir hafta boyunca, hiç tanımadığım insanlarla aynı odada uyudum, sağını solunu bilmediğim bir binada derslere girdim, başka kızlarla beraber tedirgin bir şekilde banyo sırasında bekledim, hangar gibi bir yerde birbirine çarpılan metal tepsilerin gürültüsü içinde tadı bir şeye benzemeyen yemekler yedim.

Ama okulun ilk haftasında bana en çok koyan şey, annemin ördüğü o kırmızı kazakla ortalıkta dolaşıyor olmaktı. Kimse el örgüsü kazak giymiyordu. Ayrıca benimki o kadar parlak bir kırmızıydı ki, yolda bağırarak yürüsem ancak bu kadar dikkat çekebilirdim.

Bir hafta süren vicdan muhasebesinin sonunda, kırmızı kazağı katlayıp bavula yerleştirdim. Annem onu çok uğraşarak örmüş, hatta ben seviyorum diye saç örgüsü motifi bile koymuştu. Fakat ben de çok zor durumdaydım. Ortalıkta bayrak gibi dolaşmaya daha fazla dayanamayacaktım. Sömestre tatilinde eve döndüğümde, annem yurtta üşüyüp üşümediğimi sordu. Ona kazağımı giydiğimi söyledim. Sesim hiç titremedi. Kendim bile şaşırdım buna.

O kazak hala duruyor. Charles Bovary tecrübemin somut bir kanıtı olarak. Fakat biliyorum ki sadece bu değil, başka şeyler için de tutuyorum onu. Çocukluğun taşrasını geride bıraktığım günleri hatırlattığı için mesela.

Ya da her ayrılığın aslında bir ihanet olduğunu öğrettiği için.

2 comments:

metus said...

Yazdıklarınızı aynı okulda, farklı bir zaman diliminde aynı şekilde yaşadığım ve defalarca teşebbüs etmeme rağmen bu kadar güzel anlatamadığım için kaleminize sağlık diyorum hocam!

Meltem Gürle said...

Charles Bovary kardeşliği desenize...

Teşekkür ederim.