Thursday, January 31, 2013

DAVA

BirGün
27 Ocak 2013


Dava sonuçlandı. Mahkeme Pınar Selek’e ağırlaştırılmış müebbet cezası verdi.

Gidip bir pencere açtım. Akşam trafiğinde egzoz dumanı ile karışık ıslak havayı içime çekmeye çalıştım. Ciğerlerime yapıştı kaldı.

1998’de Mısır çarşısında gerçekleşen patlama sonrası gözaltına alındı Pınar Selek. Aleyhinde hiçbir delil olmamasına rağmen, o patlamadan sorumlu tutuluyordu. Patlamanın bir bomba neticesinde ortaya çıktığı bile şüpheliydi. Ama sonuç değişmedi. Pınar Selek, üzerine atılan suçla hiçbir ilişkisi bulunmamasına rağmen cezaevinde yattı, işkence gördü ve suçsuzluğunu kanıtlamak zorunda bırakıldı. O günden bu yana hayatını ipotek altına almaya çalışanlara rağmen umut ve inançla yaşamaya devam etti.

Peki neden Pınar Selek? Buna defalarca cevap verildi. Ama bir kez daha yazalım. Çünkü Pınar Selek adil ve özgür bir dünyanın hayalini kurma küstahlığını gösterdi. Hatta bunun hayalini kurmakla kalmadı, gerçekleşebileceği durumları mümkün kılmak istedi. Sokak çocukları ya da travestiler gibi toplumun dışlanan kesimleriyle ilgilendi; Kürt sorunu ile ilgili araştırmalar yürüttü. Bütün bunlar kabul edilemez şeylerdi. Sosyolog ise sosyologluğunu bilmeliydi. Sınırları aşana haddini bildirmek gerekirdi.

Pınar Selek bunun için seçildi. Devletin emsaller üzerinden hepimizi terbiye ettiği, ibretlik durumlar yaratıp bize ayar verdiği bir ülkede, belki de bütün bunlara şaşırmamamız beklenirdi. Ama yine de şaşırdık. Bir ülkenin bütün kurumlarıyla, suçsuz olduğunu kendisinin de gayet iyi bildiği bir insanın peşine düşmesine ve onu yeniden ve yeniden mahkeme önüne çıkartmasına hep birlikte hayret ettik.

İşte artık bir hukuk parodisi haline gelen bu dava bu hafta Çağlayan Adliyesi’nde nihayete erdi. Neredeyse on beş senedir yargılanan, aynı davadan üç kere beraat eden ve hakkında suç unsuru teşkil eden hiçbir delil bulunmamasına rağmen ömrünün neredeyse yarısını mahkeme kapılarında bekleyerek geçiren Pınar Selek, hepimizin şaşkın bakışları arasında ömür boyu hapis cezasına mahkum oldu.

Dün televizyonda Cüneyt Özdemir’in onunla yaptığı kısa bir röportajı dinledim. Sesinde her şeye rağmen umut vardı. Davanın sonucu açıklandıktan sonra babası ile yaptığı telefon konuşmasından söz etti. Alp Selek, “Bu bir maraton. Daha bitmedi. Koşmaya devam edeceğiz,” diye cesaret vermiş kızına. O da “Peki baba,” demiş.

O “Peki baba” bana o kadar ağır geldi ki, evde ne kadar kapı pencere varsa sonuna kadar açmak istedim.

İçimiz daralıyor. Nefes alamıyoruz artık.

Çünkü memleket yavaş yavaş bir büyük bir mahkeme haline geliyor. İçinden çıkamadığımız, kapısını bulamadığımız, kararlarını ve işleyişini kavrayamadığımız bir mahkeme. Üzerinde altın harflerle “Adalet Sarayı” yazan büyük çirkin bir bina.

Bu hafta ÇHD’li avukatların tutuklanması ile başladı, Pınar Selek davası kararıyla sona erdi. Diğer her şey bildiğiniz gibi: Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi’nin ifadesine göre, şu anda 875 tutuklu öğrenci var. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre ise, cezaevlerinde bulunan lise ve üniversite öğrencisinin toplam sayısı ise 2 bin 824. Gazeteciler, öğrenciler ve avukatlar, sendikacılar da dahil olmak üzere fikirlerinden dolayı tutuklananların sayısı her gün artıyor.  

Türkiye artık budur.

Şunu kabul edelim: Her sabah kalabalık bir mahkeme salonunun havasızlığına uyanıyoruz. Bir gıdım temiz hava alabilmek için ha bire uğraşıyoruz. Ama pencereler bir türlü açılmıyor. Arkadan cılız bir ses, “Alışırsınız,” diyor bize. Bazıları çoktan alışmış belli ki. “Mahkemeye ikinci ya da üçüncü gelişinizde buradaki bunaltıcı atmosferi artık hiç hissetmeyeceksiniz,” diyor bir başkası. Ama biz bir türlü alışamıyoruz. Pencereleri zorlayıp duruyoruz.

Lombozlar, giyotin pencereler, ispanyoletler hepsi sıkı sıkı kapanmış. Tahtalar şişip sıkışmış. Bir türlü nefes alamıyoruz. Halbuki biz bütün umudumuzu bir hava deliği açmaya bağlamışız. En berbat havayı bile solumaya razıyız. Yeter ki mahkemenin havası olmasın. Ama belki de bu pencereler sadece laf olsun diye yerleştirilmişler oraya. Belki yargıçlarla kanunlar da adet yerini bulsun diye konmuş. Her şey yalnızca bir gösteri belki.

Hepimizin aklında Kafka’nın Dava’sı var. Başka türlüsü mümkün mü?

‘ “Pencere açılamaz mı?” diye sordu K. “Hayır,” dedi ressam. “Bu sadece basit bir cam, açılabilmesi olanaksız. O sırada K. bütün o zaman boyunca ressamın ya da kendisinin ansızın pencereye gidip açabileceklerine umut bağlamış olduğunun ayırdına vardı. Sisli havayı bile solumaya hazırdı.’

Biz de en kötü havaları bile solumaya razıyız. Yeter ki bu mahkeme salonundan çıkalım. 

Onun için var gücümüzle yükleniyoruz pencerelere. Bir tanesini açabilsek, sanki her şey değişecek. Sanki güneş dolacak ciğerlerimize. Onun için her gün bir daha deniyoruz. Bir daha. Bir daha.

“Peki baba,” demiş Pınar Selek. Onu sarılıp öperim. Umudunu kesmemiş demek ki.

Biz de kesmedik. Davası davamızdır.



Wednesday, January 23, 2013

Bir Fikir Adamının Mektuplarından - 20


Kestane, gürgen, palamut...

İlk okuldaki müzik dersinde marşlar eşliğinde okulun bahçesinde uygun adım yürürdük. Yağmur yoksa tabii. Yağarsa sınıfta kalırdık. O zaman da öğretmen ha bire şu şarkıyı söyletirdi bize: Kestane, gürgen, palamut…

Kestane falan tamamdı da, gürgenle palamut neydi acaba? Hiç bir fikrim yoktu.
Ama şarkıyı severdim. Eve dönerken sihirli bir cümle gibi tekrar ederdim: Kestane, gürgen, palamut. Art arda söyleyince bu sözcüklerin garip bir çekiciliği vardı. İnsanın ağzını dolduruyordu.

O tadı başka hiçbir şeyde bulamıyorum. Belki sadece “Kant, Goethe, Hegel” üçlüsünde. Bu isimleri arka arkaya söylediği zaman insanın ruhu yükseliyor. Altı yaprak üstü bulut oluyor.

Alman idealizminin hikmeti işte.

Hasretle sizin,

Hurşit Seçkin

(Diğer yazılar için bkz. http://hursitseckin.blogspot.com/)

Tuesday, January 22, 2013

Her gün pazar...

BirGün
20 Ocak 2013

Arkadaşlarımın çocukları artık gelip ergenliğe dayandılar. Ortalık garip saç modelleri, rengi atmış tişörtler ve mesaj uyarılarıyla inleyip duran telefonlardan geçilmez oldu. Böylece hep birlikte başka bir boyuta ışınlanmış olduk: Sinir krizinin eşiğindeki anneler zamanına.

Bu annelerden bir kısmı çocuklarını sonsuza dek kaybetmiş gibi davranıyorlar. Tanıdıkları ve sevdikleri kişi gitmiş, onun yerini yabancı ve kaba biri almış gibi geliyor onlara. Üstelik haksız da sayılmazlar. Çünkü yasını tuttukları o küçük çocuk geri gelmeyecek. En azından hatırladıkları haliyle. Bu garip yabancı da sahneyi terk ettiğinde, ortaya çıkacak kişi yepyeni biri olacak. Artık çocuk olmayan biri. Bir yetişkin. Yeniden tanışılması, ilişki kurulması gereken biri.

Bunu hayal etmesi bile zor geliyor bana. Hal böyleyken, arkadaşlarıma hak veriyorum. Yas tutuyor olmalarını da, sinirden tırnaklarını yemelerini de saygıyla karşılıyorum. Yine de doğrudan bu işin içinde olmadığım için, ara ara meseleyi abarttıklarını düşündüğüm oluyor.

İşte bu anlardan birinde, bir süredir görmediğim yeniyetme oğlanlardan biriyle karşılaştım. Bir iki sene öncesine kadar beni gördüğü her yerde boynuma atlayan ve bildiği bütün fıkraları arka arkaya anlatmak isteyen o çocuk gitmiş (bu sonuncusuna üzüldüğümü söyleyemeyeceğim), yerine sessiz ve içine kapanık bir genç adam gelmişti. Üstelik tepeden tırnağa siyahlar giydiği için midir nedir, hafifçe tekinsiz duruyordu. Önce Monte Kristo Kontu’nu andırdığını düşündüm. Ama konuşunca ağzından Darth Vader sesi çıktı. Böyle olunca biraz kafam karıştı.

Annesine takılıp geldiği için bin pişmandı. Aslında ben de öyleydim. Ne diyeceğimi bilemediğim için, bir süre sessiz sessiz oturduk. Sanki birine bir şey olmuş gibi. Ya da dünyanın sonu gelmiş gibi. Ben konuşmaya başlamasam daha saatlerce böyle oturabilirdik. Ama sonunda dayanamayıp konuştum. Bir iki sorudan ve sayısız omuz silkmeden sonra, cevap alabildim. Arkadaşlarıyla bir müzik grubu kurmuşlar. “Nasıl gidiyor?” diye sordum. “Takılıyoruz işte,” dedi bıkkın Darth Vader. Ben de anlayışlı bir şekilde başımı salladım. Ergenlerle şaka yapmaya gelmez.

Eve döndükten sonra, yeniyetmelik lanetinin korkunç bir iç sıkıntısı olarak tezahür ettiğini hatırladım. Lisedeyken odama kapanıp tavandaki lekeleri izleyerek geçirdiğim hafta sonları geldi aklıma. Sırtımdan soğuk bir yel geçmiş gibi oldu bunu düşününce. Karanlık bir çukurun dibinde yapayalnız durmak gibi bir şeydi bu. Tepedeki ışığı görebiliyordum. İleride beni bekleyen bir şeyler olduğunu biliyordum. Ama oraya nasıl ulaşabileceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Hayatın bekleme odasında kalakalmış gibiydim. Dünya orada uzakta bir yerde duruyordu. Karmakarışık ve gürültülü bir canlılık olarak hissediyordum onu. Ama sesler boğuk, görüntüler bulanık, renkler cansızdı.

Diğerleri bayağı eğleniyor gibi görünüyorlardı. Benim yaşımdakiler yani. Ama benim için ergenlik, sonsuzca uzayıp giden bir pazar günüydü. Bittiği zaman ne kadar derin bir minnet duyduğumu hala hatırlıyorum.

Julian Barnes, “Bir Son Duygusu” adlı kitabında (geçtiğimiz günlerde Serdar Rıfat Kırkoğlu’nun çevirisi ile Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı), romanın başkişisi Tony Webster’ın ağzından şu hikayeyi anlatıyor: Yaşını başını almış, hatta torun torbaya karışmış bir adam olan Tony ile ayrıldığı eşi, ortak bir arkadaşlarının oğlundan söz etmektedirler. Çocuk bir punk rock grubu kurmuş ve meşhur olmuştur. “Hiç şarkılarını dinledin mi?” diye sorar Tony eski karısına. “Evet,” der kadın, “Her gün pazar.” Tony bunu duyunca gülmeye başlar. Onu güldüren şey, hızla değişip dönüşen dünyada, ergenlik sıkıntısına bir türlü çare bulunamamış olmasıdır. “Peki ya diğer şarkıları?” der merakla. “Hayır anlamıyorsun,” diye cevap verir karısı ona, “Tek şarkıları bu. Bütün şarkı da bundan ibaret zaten. Aynı lafı yeniden ve yeniden söylüyorlar, ta ki şarkı bitmeye yüz tutana kadar: Her gün pazar.”

Ergenliğe özgü iç sıkıntısını geride bırakalı çok zaman oldu elbette. Ancak bunu okurken düşündüm de, onun yerini başka bir şey aldı şimdi: Yetişkinliğe has bir meşguliyet, bir telaş, bir gevşeyememe hali. Bu daha da beter bir lanet. İnsanın ağız tadıyla canı bile sıkılamıyor. İlk gençlikte bünyede sinsice saklanan püriten ruh, yaş kemale erince gizlendiği yerden çıkıyor ve insanı bir dakika bile rahat bırakmıyor.

Sonunda bir de bakıyorsunuz ki, bütün dünya görev ve sorumluluklardan ibaret olmuş, hayat uzun bir iş günü haline gelmiş. Artık durmak isteseniz de duramıyorsunuz. Çember gitgide hızlanıyor. Ergenlikte uzayıp sakıza dönen hafta sonları, yetişkin olduğunuz zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor. Geçmişin intikamını alır gibi sanki. Hafta dönüp dönüp hep aynı güne dayanıyor.

Julian Barnes’ın orta yaşlı karakteri Tony Webster, “Her gün pazar” şarkısını çok eğlenceli bulur. Çünkü bunun mükemmel bir mezar taşı yazısı olacağını düşünmektedir. Ona göre, insan böyle bir kitabenin altında gönül rahatlığıyla yatabilir.

Tony belki de haklıdır. Hayat uzun ve sıkıntılı bir pazar günüdür. En azından bazılarımız için.

Bense, diğer yetişkinler adına konuşmak istemem ama, bugün göçüp gidecek olsam, mezar taşımda şöyle yazmasını tercih ederim: “Her günü bir pazartesiydi. Şimdi dinleniyor. Ellemeyin. Amin.”

Thursday, January 10, 2013

Fareler ve İnsanlar

BirGün
6 Ocak 2013




Bundan on beş yıl kadar önce, bahar döneminde, İstanbul’da bir lisede öğretmenlik yaptım. Geçici bir işti bu. İngilizce edebiyat dersini veren hoca hastalanmış, sınıf da bir dönem için öğretmensiz kalmıştı.

Öğrenciler için de benim için de zor bir süreçti. Onlar bir üniversite hocasının getirdiği serbestiye alışık değillerdi. Ben de tahtaya bir şeyler yazmak için sırtımı döndüğümde, arkamda fırtınalı bir okyanus gibi dalgalanan bir sınıfa dayanamıyordum.

Üstelik bir de sınıf öğretmeni olmuştum. Arada bir ders dışı kimi faaliyetlere de katılmak zorundaydım. Bir keresinde, bana verilen talimat üzerine, sınıfı tiyatroya götürdüm. On beş yaşında otuz kadar çocuk. Koltuklara bir bir yerleştirdim onları. Hepsi yerine oturduğunda derin bir nefes aldığımı hatırlıyorum. Fakat bir başka görevim olduğu için oyunu onlarla birlikte izleyemedim. Telaş içinde çıktım ve nefes nefese otobüse atladım. Yola çıktığımda bir de ne göreyim! Bütün sınıf caddenin bir tarafına dizilmiş bana el sallıyordu. Tiyatrodan kaçacak kadar hayta, ama beni yolcu edecek kadar da naziktiler.

İşte ben bu çocuklarla, dönemin ikinci yarısında “Fareler ve İnsanlar”ı okumak durumundaydım.

Romana el attığımız andan itibaren ciddi bir dirençle karşılaştım. Tiyatrodan hoşlanmadıkları gibi, edebiyatla ilgili “safsata”lara da kapalıydılar. Steinbeck’in çarpıcı imgelerinden, romanın sade ama dokunaklı dilinden hiç etkilenmiyorlardı. Salinas Nehri Salinas Vadisi’ne akıyordu. Eee, ne olmuştu yani? Konular da zaten bir garipti. Büyük Buhran’mış, çiftlikten çiftliğe dolaşıp iş arayan mevsimlik işçilermiş, yersiz yurtsuz olmakmış, yoksullukmuş, hiçbiri ilgilerini çekmiyordu. Hepsi yabancıydı onlara.

Son bir umutla onlara, George’un Lennie ile dostluğundan bahsettiği meşhur tiradı okudum: “Biz onlar gibi değiliz. Bizim bir geleceğimiz var. Derdimizi paylaşacak, bizi seven biri var. Başımızı sokacak yer bulamadık diye barlara dalıp paramızı son kuruşuna kadar harcayanlardan değiliz biz. Öyleleri hapse girse, kimsenin umurunda olmaz. Ama biz öyle değiliz.”

Bana mısın demediler! Tamamen çaresiz hissettiğimi hatırlıyorum. Elimde tuttuğum kitap en saf haliyle edebiyattı. Ama onda güzel olan şeyi çocuklara aktarmayı başaramıyordum. Steinbeck’in romanı, dostluk ve sadakat üzerine yazılmış en iyi romanlardan biriydi. Belki de en iyisiydi. Ama bunu anlatamadıktan sonra ne faydası vardı?

Dönem böylece ilerledi. Çocuklarla mücadele derinleşti. Bu arada, bir lise öğretmeni olamayacağıma çoktan karar vermiş ve bu kararı bir kaç kez yineletecek malzemeyi biriktirmiştim. Dönemin ortasına geldiğimizde, çocuklar büyük bir haytalık daha yaptılar. Matematik hocasının çantasından sınav kağıdı çaldılar. Çalışkan olanlar soruları çözdü. O kadar akıllıydılar ki, sınavda hepsi kendine yetecek kadar soruyu cevapladı ve farklı farklı notlar aldılar. Ancak, planlar bir noktada yattı. Çünkü Matematikçi matematikçiydi. Kağıtları sayarak numaralamış ve birinin eksik olduğunu hemen anlamıştı. Böylece bizimkiler de kendilerini sınıfça disiplin kurulunda buldular.

O pazartesi okula gittiğimde, sınıfta yas havası esiyordu. Hafta sonunda olaylar patlamış, öğrenciler önce gruplar halinde sonra birer birer sorguya çekilmiş ve sonunda bu işi kimin yaptığı ortaya çıkmıştı. Kağıdı çalan iri yarı sevimli bir oğlandı. Notları çok kötüydü. Ders dinlediğine de pek şahit olmamıştım. Gizli gizli sigara içmekten birkaç kez yakalanmıştı. Disiplin defteri hayli kabarıktı. Ama sınıfın en sevilen kişilerinden biriydi.

Onu ele vermeyeceklerini düşünüyordum. Sınıf bu eylemi hep beraber planlamış ve gerçekleştirmişti. Hep birlikte kopya çekmişler ve yakalanmışlardı. Sonuçlarıyla da birlikte yüzleşeceklerini düşünüyordum. Ancak öyle olmadı. Sorgulamalarda birisi kağıdı kimin çaldığını söyledi. O çocuk uzaklaştırma cezası aldı. Diğerleri de disipline gitmekten kurtuldular.

Uzaklaştırma cezası tamamlanıp da okula döndüğünde, eski neşesi kalmamış gibiydi. Bir gün onu bahçede duvara dayanmış, etrafı seyrederken gördüm. Artık yaz gelmişti. Okulun son günleriydi. Etrafta bunun izleri görülüyordu. Kızların etekleri kısalmış, oğlanların kravatları gevşemişti. O sabah her şeyin üzerinde neşeyle oynaşan ışıklar vardı. Ama o gölgede duruyordu. Bütün bunlardan uzakta. Beni görünce farkında olmadan elini ceket cebine attı. Sigarasını orada sakladığını biliyordum. Gülümsedim ona. Bir şey yapmayacağımı anlayınca rahatladı. O da gülümsedi.

Dönem ortasında olanlardan bahsettik. Uzaklaştırma cezasından konuştuk. “Babam beni bu okuldan alacak,” dedi. Sesinde üzüntüden çok şaşkınlık var gibiydi. Bunun üzerine, uzun süredir merak ettiğim şeyi sordum ona. “Planlayan kimdi?” dedim. Sıra arkadaşının adını söyledi. Ufak tefek, cin gibi bir oğlandı bu. Her zaman suyun üzerinde kalacaklardan biri. “Neden daha önce söylemedin?” dedim. “Kim olduğunu neden anlatmadın? Bu kadar ağır bir ceza almanı engelleyebilirdi.”

Bunun üzerine gözlerini kaldırıp bana baktı. Yine şaşkınlık içinde. Sonra George’un laflarından birini söyledi. Derste defalarca tekrar ettiğim ama onun hiç duymadığını sandığım bir sözdü bu:

 “Çünkü tanıdığın biriyle gezmek yalnız olmaktan çok daha iyi.”

Tuesday, January 01, 2013

Sürpriz

BirGün Pazar
30 Aralık 2012

Bu hafta Şule Gürbüz’ün Kambur adlı romanını okurken, beni çok sarsan bir pasajla karşılaştım.

Ne desem, hani olur ya günün birinde, deniz kıyısında kayalık bir yere gitmişsinizdir; elinizde bir şarap şişesi vardır; ayaklarınız çıplaktır; dalgaları seyretmişsinizdir. ya da böyle bir şeyi hayal etmişsinizdir.

Boş bulunup da -ki başka türlü bir şey anlatılmaz- birine anlatırsanız, en geç iki üç gün sonra "Gel!"
der, "sana bir sürprizim var". Hâlâ alık alık bakarsınız, ve ayıptır söylemesi, bu yaşa gelmişsinizdir, hâlâ bir şey bekler, sürpriz bir şey olacak sanırsınız.

(Tüm sürprizlerin!... sizden çalınanlarla gerçekleştiğini ve yeni bir şey gibi sunulduğunu unutup.. -size müstahaktır ya neyse..).

Sizi, sizin kayalığınızdan daha alçak bir kayalığa götürür, elinize daha aşağılık bir şarap verir, ve "Hadi" der, "hadi mutlu ol."

Bu bölümü okuduktan sonra kitabı kapatıp kenara koydum. Sürprizlerle ilgili bildiğim hatırladığım ne varsa tepeme üşüşmüştü çünkü.

Sürprizlerden hoşlanmam. Hayal kırıklığı ile karışık karın ağrısı yaratır bende hepsi. Aklıma sıra sıra yaş günleri, yılbaşları, yaz tatilleri geldi. Karşı tarafı üzmeyeyim diye gülümsemeye çalışmaktan çarpılan suratımı hatırladıkça karardım.

Hatırladıklarımın hiç biri güzel değildi. Bunda şaşılacak bir şey yok gerçi. Sürprizin iyisi olmaz bence. Ama aralarında bir tanesi var ki,  onu aklımdan uzun süre söküp atamadım.

Eğitim hayatımın büyük bir bölümünü İzmir’de bir devlet lisesinde geçirdim. Aynı okulda, aynı insanlarla geçirilen upuzun bir yedi seneydi bu. Sonlarına doğru uzaklaşmaktan başka hiçbir şey düşünemez hale geldiğimi hatırlıyorum.

Aslına bakarsanız, hayatımın büyük bir yanlış anlama üzerine kurulu olduğunu düşünüyordum. Bir iki yakın arkadaşım dışında herkes bana dair saçma fikirler besliyordu. Çoğu, boş zamanlarında romantik şiirler yazmaktan hoşlanan biri olduğumu sanıyor ve bana öyle davranıyordu. Bir keresinde, öğle tatilinde bizim bloğun bahçeye bakan penceresine dayanmış Budala’yı okurken, sınıfın bıçkın oğlanlarından biri suratında çarpık bir sırıtışla yanaşıp, “Tam kendine göre kitabı bulmuşsun,” demişti. Bir başkası ne zaman ben konuşsam eliyle keman çalıyormuş gibi yapıyordu.

Bütün bunlar çok yorucuydu. Bir an evvel üniversiteye gitmek ve beni tanımayan insanların arasında olmak için dayanılmaz bir istek duyuyordum. Böylece her şeye başından başlayabilecek ve sonunda tamamen özgür olacaktım.

Son sene yılbaşı yaklaşırken, üzerimdeki ağırlık iyice arttı. Yılbaşlarından özellikle çekinirdim. Çünkü senelerdir sürdürdüğümüz bir gelenek vardı. Her sene toplanır kura çekerdik ve herkes kendine çıkan kişiye küçük bir yılbaşı hediyesi alırdı. Benimki hep aynı olurdu: Kapağında el ele tutuşmuş ya da çimlere uzanmış aşıkların fotoğrafının bulunduğu bir şiir defteri.

Yine de umut etmekten vazgeçmezdim. Belki bu sene birisi bir eldiven, bir masa oyunu, bir lastik ördek, ne bileyim, herhangi başka bir şey almayı akıl ederdi. Sıradan çizgili bir deftere bile razıydım. O bile daha iyiydi. Hem bu sene sınıfları karıştırmışlardı. Yeni gelenler, Almancılar, başka sınıflardan insanlar da vardı bizimkilerin arasında. Onun için zayıf da olsa bir umudum vardı.

Bir gün dersten sonra, yanıma yenilerden bir çocuk yanaştı. Almanya’dan gelmişti. Türkçesi kırık döküktü. Biraz da utangaç biriydi galiba. Hep elleri cebinde dolaşıyordu. “Bana sen çıktın” dedi. Bunun üzerine alıcı gözle baktım ona. Hoş çocuktu aslında. Gülünce gamzeleri görünüyordu. Daha evvel fark etmemiştim. Ben bunları düşünürken birden “Sana bir sürprizim var” deyiverdi. Sonra da sallana sallana yürüdü ve bahçeye çıktı.

Yılbaşına kadar son bir iki günü büyük bir heyecan içinde geçirdim. Daha evvel kimse bana sürpriz yapmamıştı. Lafı bile heyecan vericiydi. Acaba ne alacaktı? Her şey olabilirdi. Bunu düşünerek uykularım kaçıyordu.

Sonunda beklenen gün geldi geldi. Herkes sarıldı, birbirini tebrik etti. Ben sıramda yarı heyecandan yarı şaşkınlıktan büzülmüş bir şekilde oturup bekledim. Bizimki tepemde belirip acemice yapılmış bir paketi bana doğru uzattığında, güzel uzun parmaklarını gördüm. Demek elleri varmış, diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Hediyeyi elime alır almaz ne olduğunu anladım ama renk vermedim. Boyu posu, yumuşak kapağının elimin altında hafifçe gömülen dokusu, hepsi dayanılmaz bir şekilde tanıdıktı. Nasıl olduysa, teşekkür edip gülümsemeyi başardım. “Açmayacak mısın?” dedi. Bunun üzerine paketi açıp defteri çıkardım. Üzerinde yaldızlı harflerle “Şiir Defteri” yazıyordu. Herhalde ne olduğunu anlayamayacak olanlar içindi bu. Sinirlerim bozulmuştu. “En sevdiğim şey, “ dedim acı acı “Nereden bildin?” “Arkadaşlar söyledi,” dedi gülümseyerek. Sonra da kendinden emin insanların rahatlığıyla geçip yerine oturdu.

Eve gidince, defteri götürüp diğerlerinin yanına yerleştirdim. Ve o sene defalarca yaptığım gibi, gelecek yıl her şey çok daha iyi olacak dedim kendi kendime.

Ertesi sene ise çoktan yetişkin olmuş ve en iyi sürprizin bile, “bizden çalınanlarla gerçekleştiğinianlamıştım.