Monday, March 21, 2011

Karakter Meselesi


BirGün
20 Mart 2011

Geçen hafta Fatih Altaylı’nın İklim Bayraktar’la yaptığı söyleşiyi izledim. Yurtdışında olduğum için böyle programları ancak internet üzerinden takip edebiliyorum. Teke Tek’in bu bölümü, 15’er dakikalık 11 kısımdan oluşuyordu. Bu çok uzun bir süre. Hele benim gibi dikkat aralığı bir çocuğunki kadar dar biri için. Fakat yine de sonuna kadar ilgiyle seyrettim. Bunda ne komplo iddialarının, ne de Altaylı’nın “zekice” sorularının payı vardı. İzlediğim şey, bir vaka olarak İklim Bayraktar’ın kendisiydi.

OdaTv’nin Ankara muhabiri İklim Bayraktar, kendi ifadesiyle, işini yapmaya çalışırken tacize uğramış ve mağdur olmuş bir kadın. Aslında bunu sineye çekmeye razıymış ama kocasının da desteğiyle ilgili mercilere haber vermeyi kendine görev bilmiş. Ve fakat ne tesadüf ki, bu mesele savcılık tarafından dinlenen bir telefonda konuşulunca olay büyüyüp bir skandal haline gelmiş. Yoksa onun kimseye söylemek gibi bir niyeti yokmuş. Bayraktar’a göre işin içinde, haber sızdırmak için kapısına gelen bir grup başkan vekili, kendisine asılan bir eski parti başkanı ve iktidar partisini karalayacak bir dosya temin etmek umuduyla işbirliği yapmaya hazır bir muhalefet lideri var.

Olay örgüsü fena değil aslında. Temposu da yüksek. Belli ki bir suç hikayesi: sarhoşlar, tacizciler, komplocular. Bayraktar’ın şefi bile, telefonunun dinlendiğini bilmesine rağmen bu konuyu açtığı için suçlu. Çünkü onun başını derde soktu. Hikayedeki hemen herkes kötü. Kahramanımız İklim Bayraktar ise iyi biri: bir numaralı gazeteci, anne ve eş. Gazetecilik ahlakı deseniz onda (haber içine sinmediği için yapmamış), rabıta deseniz onda (göz göre göre taciz edilmesine rağmen edebini bozmamış), sadakat deseniz gani gani (CHP’ye duyduğu sempatiden dolayı bu haberi dallandırıp budaklandırmamış).

Fatih Altaylı’nın sorularına hiç tereddüt etmeden cevap veriyor. Bolca ‘aynen,’ diyor. En çok tekrarladığı sözcük bu. Çünkü duymak istediği şey bu. Anlattıklarının teyit edilmesi ihtiyacında. Onay gelmediği zaman birden öfkeleniveriyor, sesini yükseltiyor. Altaylı bir kaç kez uyarmak zorunda kalıyor onu. Hayır, duygusallaşmıyor. Onunki kolayca heyecanlanan insanların saman alevi gibi geçip giden kızgınlığı değil. Oturmuş bir öfke bu. Senelerdir kenarda kalmış olmanın, sesini duyuramamış olmanın öfkesi. O kadar uzun süre bastırılmış ve saklanmış ki, artık en ufak eleştiride kendini ele veriyor.

Bunlar olmasa hoş bir kadın aslında. Düzgün yüz hatları ve sade görüntüsüyle ilk anda iyi bir intiba bırakıyor. Ama abartısızlık buraya kadar. Konuşmaya başladığı anda bu izlenim birdenbire dağılıveriyor. İnsanı rahatsız eden bir şey var onda. Bir teklifsizlik, bir rahatlık. Özgüvenden çok küstahlığa işaret eden bir ton tutturmuş. Neredeyse düşmanca sayılabilecek üstten bir tavırla konuşuyor. Belki de bazı şeylere başkalarından daha fazla hakkı olduğunu düşünüyor. Önde gelen gazeteci ve siyasetçilere ilk isimleriyle hitap etmesi de bundan olsa gerek. Tuvalette makyaj tazelerken patronunun arkasından ‘Bu Ahmet de çok oldu artık’ diye konuşan sekreter kızları hatırlatıyor. Böyle bir laubalilik, bir samimiyet hezeyanı.

Soğukkanlılığı ise düpedüz korkutucu. Anlattıklarındaki tutarsızlıklar yüzüne vurulduğunda, detaylara takılmamamız gerektiğini söyleyecek kadar pişkin. En keskin virajları dönerken bile kılı kıpırdamıyor: Vekil birinci katta mı oturuyormuş? Bunu nereden bilsinmiş? Adamı apartmanın girişine bırakmış işte. Ama biraz önce asansöre bindirdik demişti. Eh adam sarhoşmuş, o kafayla asansöre binmiş olamaz mıymış? Yeterince iyi kurgulanmadığını düşündüğü anda hikayeyi yeniden yazıyor. Kendi hayat hikayesini yazdığı gibi. Her seferinde yeni bir kimlik, yeni bir detay, farklı bir bakış açısı. Hiç zorlanmıyor.

Şimdi de hepimizi ne kadar şahane bir insan, nasıl mükemmel bir gazeteci olduğuna ikna etmeye çalışıyor.

İklim Bayraktar yetenekli bir hikayeci. Fakat maalesef bu sefer her yazarın başına gelebilecek bir zaafiyete tutulmuş. Yarattığı karakter biraz eğreti kalmış. Üzerine pek oturmuyor. Acemice dikilmiş bir giysi gibi eteği sarkıyor, omzu düşüyor. Dikişlerin söküldüğü yerlerden hoş olmayan şeyler görünüyor.

Acıklı olan şu ki, kendisi bunun hiç farkında değil. Hikayesini beğeniyor. Ona göre önemli olan da bu zaten. Detaylara takılmanın anlamı yok.

Geri kalanı ne de olsa sadece “karakter meselesi.”

No comments: