Tuesday, September 27, 2011

Dönüş Yolu



BirGün
14 Ağustos 2011

Erich Maria Remarque’ın en iyi bilinen eseri, Birinci Dünya Savaşı’nda çarpışan bir tabur askerin hikayesini anlattığı “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adlı romandır.

Bunun devam kitabı olan “Dönüş Yolu” ise, başka bir grup askerin savaşın bitiminde eve dönüşünü konu alır.

Okuyalı çok zaman oldu ama bu ikinci romanın ilkinden daha güçlü olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Hem de çok alçakgönüllü bir tonda yazılmış olmasına rağmen. Hikaye basittir aslında: savaş boyunca bir hendeğin içinde çamur ve kana bulanmış bir şekilde çarpışan askerlerden hayatta kalanlar, topluma yeniden ayak uydurmaya, bıraktıkları yerden oyuna geri dönmeye çalışırlar. Roman ilerledikçe anlarız ki, bu onlar için savaşmaktan bile daha zor olacaktır.

‘Dönüş Yolu’nda Remarque şunu der gibidir: yolculuğun kendisi ne kadar eziyetli olursa olsun, aslında zor olan eve dönmektir.

Benzetmeyi mazur görürseniz, ben de Batı’da geçirdiğim senenin bir tür mücadele olduğunu söyleyeceğim. Bir dünya savaşı kadar sarsıcı değil belki. Daha çok düşük yoğunluklu “iç” çatışma. Adına ne derseniz deyin, bu seneyi Remarque’ın romanındaki askerler gibi hendekte bekleyerek geçirdim. Neyi beklediğimi bilmeden ama tetikte durarak geride bıraktığım koca bir sene. Daha önce de yazmıştım. Batı’da olmanın benim için özeti bu: sonu gelmeyen bir tedirginlik hali.

Artık eve dönme zamanı gelmişken, size söyleyecek farklı bir şeyim olsun isterdim. Şahsi tecrübemi benzersiz kılan bir şey. Ama galiba herkesin başına ne geliyorsa, bana da o oldu. Batı Cephesi’nde yeni bir şey yok.

Her Doğulu gibi ben de kendi uyum sıkıntılarımı yaşadım. Kısa bir süre Batılı olabileceğim hayaliyle oyalandım. Azcık taklit ettim, azcık kanıksadım. Herkes gibi özlediğim Türk yemeklerini pişirmeye çalıştım. Kimi zaman dertlendim, bolca şikayet ettim. Bu arada bir iki şey de öğrendim. Hendekte beklemenin de ilginç yanları olabileceğini mesela. Ya da bir şeyin altından kalkamıyorsam yardım istemeyi. Bunu öğrenmek için buralara (ve bu yaşa) kadar gelmem saçma olsa da. Bir de lahana dolması yapmadan önce yaprakları biraz haşlamak gerektiğini öğrendim – ki bu da az buz bir bilgi değildi.

Dönüş yoluna koyulmadan evvel fark ettim ki, bu iş sandığım kadar kolay olmayacak. Bir defa bıraktıklarını koyduğu gibi bulamayacağını anlıyor insan. Bir şeyi seçince başka şeyleri seçmemiş oluyorsun. Seçmediklerin kendi yoluna gidiyor. Geri dönüp onları yeniden tutmak istediğinde bir de bakıyorsun ki, bambaşka bir şey olmuşlar.

Onun için geriye dönmek diye bir şey yok aslında. Her şey aynı kalmış olsa bile, ben bir kere gitmeye cesaret ettim ya? Bundan sonra dünya bana hep hafifçe yerinden oynamış gibi görünecek. Tanıdık ama değişik. Oysa ben her şey aynı kalsın diye ne kadar uğraşmıştım.

Acayip bir kuş var burada. Saniyede neredeyse yüz kere kanat çırpabiliyor. İngilizce “hummingbird” diyorlar. Ben arıkuşu sanıyordum. Meğer bizdeki ismi kolibri imiş. Kolibri küçücük telaşlı bir kuş. Fakat marifeti hızlı uçmakta değil aslında. O kadar enerjiyi genellikte havada tek bir noktada durabilmek için sarf ediyor. Hiçbir şey yokmuş gibi yapabilmek için yani. Rüzgar yokmuş gibi. Yerçekimi yokmuş gibi. Sanki her şey yolundaymış gibi.

Kaliforniya’daki bu seneyi kolibrileri seyrederek geçirdim. Onlar gibiyim diye düşündüm bazen. Bütün gücümü dengemi korumaya harcıyorum. Belki de gerekli değil bu. Ama başka türlüsünü bilmiyorum.

Bunun da iyi bir yanı olabilir gerçi. Ben de kolibriler gibi geriye doğru uçabiliyorumdur mesela. Dönüşe geçmek için her şeye arkamı dönmem gerekmiyordur. Bir gözüm orada bir gözüm burada, geri vitese takıp gidebiliyorumdur belki.

Başka kuşlar yapamaz bunu. Bazı insanlar da.

Not. Bu yazıyla beraber artık dönüş yoluna geçiyorum. Bu da sizden bir süre ayrı kalacağım anlamına geliyor. Not Defteri’ne birkaç hafta ara vereceğim. Yakında yine burada buluşmak üzere.

No comments: