Sunday, October 09, 2011

Bir atmosfer yaratmak


BirGün
9 Ekim 2011

Rus hikayeci ve oyun yazarı Anton Çehov, ‘Doktor’ adlı kısa öyküsüne derin bir sessizlik içinde duyulan bir sinek vızıltısını anlatarak başlar. Taşrada yoksul bir evin yatak odasıdır burası. Yatakta bir çocuk ateşler içinde yatmaktadır. Annesi oğlunun başında sessiz sessiz gözyaşı döker. Doktor ise pencereden dışarı bakarken, umutsuz bir şekilde cama çarpıp duran sineği görür. Onunla birlikte biz de sineğin yeniden ve yeniden cama vuruşunu izleriz.

Bu küçücük sahne ilk anda gereksiz gibi görünebilir. Ama bütün öyküyü anlamamızı sağlayacak detay budur aslında. Öykü açıldıkça, yatakta ölmekte olan çocuğun kendi oğlu olduğundan şüphelenen ama bundan bir türlü emin olamayan doktorun kısılmışlığını fark ederiz. Odadan koşarak çıkmak istediğine hiç şüphe yoktur. Ama bu şüphe onu ömrü boyunca kovalayacak, o küçük ve bunaltıcı odada yaşananlardan hiçbir zaman kaçamayacaktır. Bu açıdan, kafasını umutsuzca cama vuran o sinekten hiçbir farkı yoktur aslında.

Bir öykünün atmosferi işte böyle kurulur.

Çehov bu meselenin feriştahıdır. Atmosfer yaratmakta üzerine yoktur. Bu becerisiyle hayranlık uyandırır insanda. Alıştığınızı, anladığınızı zannedersiniz ama sonra önünüze öyle bir sahne ile çıkar ki, her seferinde bir kez daha şaşırır kalırsınız.

İyi hikayecilerin hepsi bu hassayı taşırlar. Çünkü sonsuz zamanları, sonsuz mekanları yoktur. Hepsi sınırlı bir alan içinde tek bir hikaye anlatıyor olduklarının farkındadırlar. Hiçbir fazlalık hoşgörülemez. Bunu bilirler. Onun içindir ki, laf söylemek konusunda biraz cimrice davranırlar. Ama bize anlatmadıkları şeyler, en az anlattıkları kadar önemlidir. Onları bulup çıkarmak da okuyucunun işidir.

Çehov’dan devraldığı mirası layıkıyla taşıyan yönetmen Nuri Bilge Ceylan da, bu anlamda hikayeciliğinin doruğuna ulaşmış. “Bir Zamanlar Anadolu’da”yı çekerken kullandığı sinema diline aşinayız elbette. Bunu daha önceki filmlerinde de gördük. Ama kendi adıma konuşmam gerekirse, onu bu kadar mahirce kullandığına ilk kez tanık oluyorum. Öyle ki, her bir detay incelikle düşünülmüş planlanmış: yalnızca imgeler değil kişiler, diyaloglar, hatta sessizlikler bile atmosferi oluşturacak (ya da güçlendirecek) şekilde düzenlenmiş.

Hıncal Uluç’un “kesin atın, kimse fark etmez” diyerek veryansın ettiği yuvarlanan elma sahnesine dair Ali Arıkan “Gökten Bir Elma Düştü” başlığı altında harika bir cevap yazmış. O sahnenin nasıl filmin bütününe ışık tuttuğunu gayet güzel anlatıyor. Onun için bu ayrıntıya burada bir daha değinmeye gerek görmüyorum.

Fakat en az onun kadar önemli ve onun kadar uzun bir başka sahneden söz etmek isterim. Filmin ortalarına doğru bir yerde, Komiser Naci (Yılmaz Erdoğan), Savcı Nusret (Taner Birsel) ve Doktor Cemal (Muhammet Uzuner), bir cesedin nereye gömüldüğünü bulmaya çalışırken, bir ara umutsuzluğa kapılıp yanlarındaki cinayet zanlılarıyla birlikte bir köyde mola veriyorlar. Hepsi yorgun, aç ve uykusuz. Yemekten sonra kalkacakları anı beklerlerken, üzerine gecenin karanlığı çökmüş bu adamların tepesinde bir ışık beliriyor. Bir süre sonra anlıyoruz ki, bu ışık onlara çay getirmek için gelen muhtarın kızıdır.

Nuri Bilge Ceylan, katilinden savcısına bütün karakterlerin bu meleksi kızın elinden çay alırkenki ifadelerini gösteriyor bize. Uzun yakın planlar bunların hepsi. Pırıl pırıl parlayan idare lambasının ışığında gördüğümüz yüzlerde ayrı birer hikaye okuyoruz. Bu gencecik kız filmdeki aydınlık tek şey, onu anlıyoruz. Her biri değişik mutsuzluklarla boğuşan bu adamlara çay değil umut dağıtıyor sanki. Oysa umut etmeyi çoktan bırakmış onlar. Bu kız unuttukları şeyleri hatırlatıyor. Hatırlamak da can acıtıyor.

Hani bir şiir okurken herkes başka bir şey düşünür ya? Kimi geride bıraktığı sevgilisini, kimi toprağa verdiği bir yakınını, kimi işlediği günahları, kimi ise işlemediklerini. Bu sahne de işte öyle bir şiir gibi açıyor bütün karakterlerin ruhunu, en derin yerlerine dokunup en saklı şeyleri çıkarıyor. Hem de neredeyse hiçbir şey söylemeden yapıyor bunu.

İnsan hayatta böyle tek bir sahne çekse, huzur içinde ölebilir bence. Uzunmuş kısaymış, kimin umrunda!

“Bir Zamanlar Anadolu’da,”gerek hikayesi gerekse bu hikayenin aktarılış biçimi açısından sinemamızın mihenk taşı olacak filmlerden biri. Sinemayı görsel edebiyat olarak algılayanlardan olduğum için, bu filmin Türk edebiyatının da tarihi anlarından birine işaret ettiğini düşünüyorum.

No comments: