Sunday, November 20, 2011
Sinek Isırıklarının Müellifi
BirGün
20 Kasım 2011
Barış Bıçakçı zarif ayrıntıların, küçük pürüzlerin, ilk bakışta farkedilmeyen inceliklerin yazarı. Ne zaman okusam, elimden tutmuş bana etrafı gösteriyor gibi gelir. Her seferinde şaşırırım buna.
Yeni romanının kahramanı başarısız yazar Cemil de hikayesini ayrıntılar üzerinden anlatıyor. Bıçakçı, karakterinin bu haliyle eğlenmek ister gibi, romana “Sinek Isırıklarının Müellifi” ismini yakıştırmış. Bununla kitabın kahramanından pek büyük işler beklemememiz gerektiğini, onun “gündelik kırıntıların” ve “manasız fazlalıkların” yazarı olduğunu söylüyor.
Ancak okudukça farkediyoruz ki, hayat aslında yazarın “sinek ısırıkları” diye tarif ettiği anlatılmaya değmez bu küçük detayların biraraya gelmesinden ibarettir. Günlerimizi dolduran, bizi oyalayan şeyler hep bunlardır. Büyük olaylar bitip söndüğünde, hayatımızı yeniden işgal edecek ve art arda birbirlerinin üzerine yığılacaklardır.
Barış Bıçakçı’nın becerisi, yaşantımızın hoyratlığı içinde farketmediğimiz bu gündelik detayları oldukları yerden çekip çıkarması ve önümüze koymasıdır. Bu kitabında da, bize müthiş bir incelikle derlediği bu ayrıntıları gösteriyor. Hep olduğu gibi, onunla beraber dolaşırken biraz yavaşlıyoruz. Eğilip dünyaya alıcı gözle bakıyoruz. Yalnızca gözlerimiz değil bütün duyularımız keskinleşiyor. İkiyüzelli gram fındığın kavanoza boşalırken çıkardığı “bebek kahkahasına benzeyen” sesi duyuyor, çilek reçelinin üzerinde yüzen beyaz köpüklere yakından bakıyor, parkta dalgın dalgın dolaşan ve önlerine biri çıkınca korkup “Hih!” diye minik ayaklarının üzerinde sıçrayan kirpilerle karşılaşıyoruz.
Barış Bıçakçı bunları farketmeden geçip gitmemize izin vermiyor. Sorumluluğunun farkında. O olmasa, kim bahsedecek bize babasının gücünü iyice sıkılmış musluklarda hisseden çocuğun güveninden? Eski masa saatinin bir daha asla insanın annesi hayattayken olduğu kadar yuvarlacık ve güzel görünmeyeceğini kim söyleyecek? Kim duyuracak bize cam bir kase içinde ıslanmaya bırakılmış nohutlardan gelen “Çıt!” sesini?
“Yazmak anlamsız olanı anlamlı kılmaya cüret etmektir,” diyor zihninde editörüyle konuşup duran Cemil. Esas olan esasa dair hikayenin dışında kalanlardır. O zaman en sıradan, en basit, en küçük detayları anlatmak gerekir. En çok onlar hak ederler anlatılmayı.
Garip olan şudur ki, bütün bu ayrıntıları göstermek için bizi elimizden tutup parklarda bahçelerde gezdiren, toplu konutların dairelerinde dolaştıran yazar, aslında yapmaya çalıştığı şeyin imkansız olduğunun farkındadır. Çünkü o istediği kadar anlatsın, dünyayı tümüyle onun gösterdiği gibi görmemiz mümkün olmayacaktır.
Romanın ortalarında bir yerde, genç bir çiftin ilişkisini anlatır bize Cemil. Berkan ve Şeyda aynı anda aynı rüyayı gördüklerini düşündükleri için birbirlerine aşık olurlar. İkisi de koşan bir kaplan görmüştür. Pırıl pırıl gözleriyle dönüp bakan vahşi bir hayvan. Cemil, kızın iri ela gözlerine bakarken böyle birinin rüyasında kaplan görmesinin kaçınılmaz bir şey olduğunu düşünür: “Onun rüyasına giren kaplan vahşi ve erotikti, bir atılışta kendisini görene dönüşmeye hazırdı. Berkan’ın gördüğü kaplansa büyük ihtimalle desenli battaniyelerin kaplanıydı.”
Cemil, dünyanın böyle yanlış anlamaların üzerinde durduğunu bilir. Yazarla okuyucunun ilişkisi de bundan farklı değildir. Aynı rüyayı gördüğünü zanneden iki kişi, anlık bir büyülenmeyle birbirinin kucağına düşer. Bu büyülenme hali bir süre devam etse de, gerçek eninde sonunda ortaya çıkacaktır. Aynı yöne baksalar bile, iki kişinin aynı şeyi görmesi mümkün değildir.
Öyleyse, “Sinek Isırıklarının Müellifi” anlatmayı neden sürdürür? Neden sessiz bir inatla bize kenarda köşede kalmış ayrıntıları gösterip durur? Dünyayı onun gösterdiği gibi görmemiz mümkün değilse, aynı anlamı bulamayacaksak, aynı yere bakıp aynı şeyi göremeyeceksek, neden hala kitaplar yazmaya devam eder?
Bunun cevabı basittir. Cemil umudunu yitirmemiştir. Bilir ki, aşkta olduğu gibi edebiyatta da iki kişinin arasındaki mesafe aşılabilir. Aynı yerden bakabilir, aynı sesi duyabilir, aynı kaplanı görebilir insan. Küçücük bir an için bile olsa. Geriye kalan her şey yalan bile olsa.
Toplu konutlar cansıkıntısı üzerine yükselse, yaşlı kadınlar kapatıldıkları odalarda korku içinde ölse, babalar muslukları artık eskisi gibi kuvvetle sıkamaz olsa da, bu ihtimalin sıcaklığı yayılır Bıçakçı’nın romanlarına.
“Aşağısı hep cinayet”tir belki. Ama biz yukarıda umut etmeye devam edeceğiz, der gibidir bize.
Barış Bıçakçı’yı sadece bunun için bile sevebiliriz.
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
2 comments:
gün geçtikçe daha da merak ediyorum bu kitabı en kısa zamanda alıp okuyacam:) ellerine sağlık
kitabı yeni okudum.okuduğum ilk barış bıçakçı kitabıydı belki de ondan, insanlar niye seviyor pek anlamamıştım ta ki sizin burdaki yazınıza kadar.şimdi anladım.teşekkürler.
Post a Comment