Monday, September 03, 2012

Tatil hikayeleri...


Kalabalığı sevmediğim için tatiller eziyete dönüşebiliyor. Oysa ne arkadaşlarım var ki, algıları nötron bombası gibi işliyor. Gittikleri yerde sadece mekânlara konsantre olup, insanları kafalarında imha edebiliyorlar. Bense her şeyden önce insanlara bakıyorum, elimde değil.

Bu sene de, genellikle yaptığımız gibi Ege’nin nispeten sakin köşelerinden birine gittik. Küçük bir pansiyona yerleştik. Başlarda her şey çok güzeldi. Sonra bir sabah uyandık ki, pansiyona iki aile gelmiş. Birinin üç çocuğu var. Diğerinin de üç çocuğa bedel bir kızı.

Oradan oraya çılgınca koşturan bu dört çocuk kısa bir süre sonra pansiyonu tamamen ele geçirdi. Mutfağa girip çıktılar, bir şeyleri devirdiler, sıvı sabunları yerlere döküp üzerinde kaydılar. Sonra içlerinden biri düştü, büyük bir patırtı koptu.

Bu kazanın üzerine, ortalığın bir nebze de olsa sakinleşeceğini umduk. Hatta ertesi sabah kimsecikleri göremeyince, şöyle derin bir nefes aldık. Ama erken davranmışız. Meğer yakınlardaki kasabaya gezmeye gitmişler. Döndüklerinde, oğlanların belinde tahta kılıçlar, kızların elinde ise rengârenk marakaslar vardı. Böylece, o akşam Copa Cabana ile kılıç kalkan arası bir gösteriye maruz kaldık. Uzun, çok uzun bir gece oldu. Sonunda pes edip yatmaya gittiğimizde program hala devam ediyordu.

Ertesi gün kahvaltıda, üç aşağı beş yukarı aynı sahne karşıladı bizi. Kızlar bağırarak şarkı söylüyor, küçük oğlan da bir yavru kedi yakalamış iki eliyle boğazını sıkıyordu. Herkesin keyfi yerindeydi. Anneler çocuklara aldırmadan sohbet etti. Babalardan biri uzun uzun telefonda konuştu. “Burası çok güzel, siz de gelin,” dediğini duyduk. Gelecek ailenin de üç çocuğu olduğu ortaya çıkınca, pılımızı pırtımızı toplayıp oradan ayrıldık.

Gittiğimiz ikinci mekân daha büyük bir yerdi. Çocuk açısından pek zengin sayılmazdı. Ama genç çiftler konusunda bayağı bereketliydi. Herkes o kadar genç, o kadar bronz ve o kadar dövmeliydi ki, biz geriatri koğuşundan kaçmış gibi görünüyorduk. Olsundu. Ne tür bir tımarhaneden çıktığımızı unutmamıştık. Çocuk sesi olmadığı sürece her şeye razıydık.

Ya da öyle olduğumuzu zannediyorduk. Ta ki yeni nesil plaj erkekleri sahile sökun edene kadar. Şezlonglara uzanmış hizmet bekleyen bu genç irisi erkekler mangala dizilmiş çiftlik çipuraları gibi yavaş yavaş kızarıyor, arada bir başlarını kaldırdıklarında sevgilileri ellerine birer kutu kola falan tutuşturuyordu.

Hepsinin adı “Aşkım”dı. Sahil boyunca bu “Aşkım”lardan siz deyin otuz, ben diyeyim kırk kadar vardı.

Bir ara çiftlerden biri denize doğru ilerledi. Tam el ele tutuşup birlikte atlayacaklardı ki, adam kızı tutup suya attı. Sonra da iskelede ellerini beline koyup başarısını izledi. Kız çarpmanın etkisiyle (ya da belki de utançtan) kızarmış bir şekilde sudan çıktı. Hafifçe topallıyordu. Anlaşılan, bir denizkestanesinin üzerine basmıştı. Biraz naz yapayım dedi. Olmadı. Kös kös şezlonglarına geri döndüler.

Biraz sonra arkamda bir yerlerden başka birinin, “Havluyu versene, piştik burada,” dediğini duydum. “Güzel söyle, aşkım!” dedi kız. “Ya, git ya!” dedi adam. “Söylesen ne olur?” dedi kız. “Söylemem,” dedi adam. Bu terane bir süre böyle devam etti. Okuduğum kitabı kaldırıp yanıma koydum. Derin bir nefes aldım. Ve adam bir kere daha konuşursa, “Söylesene be kardeşim!” diye kafa göz dalmaya hazırlandım. Fakat tam o sırada kız havluyu uzatmaya karar verdi ve mesele de böylece kapanmış oldu.

Ancak bu tatil beldesinde meseleden bol bir şey yoktu. Kahvaltıda birbirini ezenler, ekmek sırasında son simit parçası için kavga edenler, düşürdüğü bir şeyi bulup arkasından koşarak yetiştirdiğinizde teşekkür etmeden yürüyüp gidenler, plaj çantasını, şapkasını, ayağını burnunuza sokarak güneşlenenler… Hepsi oradaydı.

Hiç eğlenmedim demiyorum. Arkadaşlarımla buluştum mesela. Çok da mutlu oldum. Ama tatil eziyetli bir şey. Bu sefer o kadar yoruldum ki, evime döndüğümde neredeyse yerleri öpecektim.

Düşündüm de, bir sonraki tatil için gelecek seneye kadar vakit olması çok iyi. Ancak toparlanırım.

No comments: