Monday, October 01, 2012

"Bir çeşmenin akıp gittiği..."

BirGün
30 Eylül 2012

Duino Ağıtları’nda Rilke der ki, hayvanların insanoğluna karşı bir üstünlüğü vardır. Biz insanlar bakışlarımızı bu dünyaya çevirmiş hayvanları göz hapsinde tutarken, “mahlukat” ise “öteyi” gören gözlerle hep ileriye doğru bakar. 

Biz daracık bir gerçekliğe sıkışıp kalmışızdır. Onun ötesini göremeyiz. Çünkü önümüz sonlu olduğumuzun bilgisiyle kapanmıştır. Ölümün bizi bekliyor olduğunu biliriz. Hangi köşeden çıkacağı belli değildir, ama eninde sonunda bizi yakalayacaktır. Bunun ağırlığıyla hep veda eder gibi yaşarız hayatı. Bizim arızamız tam da buradadır, Rilke’ye göre. 

Kim bizleri böylesine ters çevirmiş,
her ne yapsak yola çıkan
birini andırıyoruz? O nasıl
son tepeden bir daha görünce koyağını,
döner, duraklar ve oyalanırsa-,
öyle yaşıyoruz biz de, vedalaşıyoruz hep.

Hayvanların durumu ise bambaşkadır. Onlar bu bilginin ağırlığını taşımazlar. Ölümün varlığından habersizdirler. Onun için zamansızdırlar aslında. Hiçbir şeyden sakınmamaları belki de bundandır. 

Hayvan özgürdür. Ölümü arkasında,
Tanrıyı önünde tutar. Ve göçüp gittiğinde akar
sonsuzluğa, tıpkı bir çeşmenin akıp gittiği gibi.

Mahlukatın üstünlüğü işte buradadır. Onlar Tanrı’ya bizden daha yakındır. Gözleri bizim göremediğimiz bir derinliğe bakar. Bizse bunu olsa olsa onların yüzünden okuyabiliriz, diye hatırlatır Rilke. Sonsuzluğu ancak onların gözlerinden yansıdığı kadarıyla görebiliriz. 

Bunun içindir ki, bir hayvanı incitmek bizi Tanrı’ya bağlayan bağı zedelemek anlamına gelir. Onu ölüme terk etmek ise bu kutsallığı yok etmekle eşdeğerdir. Kendini ölümsüz zanneden bir yaratığın ölümünde dayanılmaz bir şey vardır çünkü. İnsanın onuruna dokunan bir şey vardır. 

İstanbul’da hangi caminin avlusuna gitseniz, elinde torbalarla dolaşan yaşlıca birilerini görürsünüz. O torbalar ciğerle, yemek artıklarıyla, ya da (yolunuz iyice yoksul bir semte düştüyse) iyice didiklenip kemik suyuyla papara edilmiş ekmekle doludur. Bunlar o semtin insanlarıdır. Sağda solda dolaşır, mahallenin kedilerini beslerler. Kimse onlara bunu yapmalarını söylemez. Bir amme hizmeti de değildir bu. Bu insanlar kedilerin köpeklerin gözündeki ebediyeti görenler, ona yakın durmak isteyenlerdir.

Kediler ve köpekler de bunu bilir. Size vefa borçlarını ödemek ister gibi nereye gitseniz elinize ayağınıza sarılırlar. Selamsız sabahsız geçeni yoktur. İstanbul’da hangi parkta güneşli bir banka otursanız, bir kedi koşup gelir hemen yanınıza tırmanır. Neşeliyseniz oynar sizinle. Üzgünseniz göğsünüze yaslanıp kederinizi dinler sessizce. Köpekler kafalarını kibarca kucağınıza bırakırlar. Yalnız olmadığınızı bilin diye yaparlar bunu. Tanrının yaratıklarıdır onlar, size onun elleriyle dokunur, gözleriyle bakarlar. 

Aslına bakarsanız, onlarsız bir hayatın olabileceğini hiç düşünmemiştik. Ancak şimdi bu noktaya çok yakınız. Hükümetin evirip çevirip aynı kabul edilemez maddelerle yeniden önümüze koyduğu Hayvan Koruma Yasası taslağı, sokaktaki sahipsiz kedi ve köpeklerin, şehir dışında kurulacak doğal hayat parklarına gönderilmesini öngörüyor. Şu anda yasada adı geçen “hayat parkları” ortada olmadığı gibi, bu hayvanları sokaktan toplayacak “tecrübeli” belediye ekipleri bile yok. Milyonlarca hayvanın toplanma ve yerleştirilme aşamasında yok edileceği, kalanların da açlıktan telef olacağı tahmin ediliyor. 

Sonuçta, “kentsel dönüşüm” saçmalığının bir parçası olması muhtemel bu kararla, şehirlerde sokakta hiç bir hayvanın barındırılmayacağı steril bir hayatın temelleri atılıyor. Bunun için de, sokak hayvanların gruplar halinde katledileceği bir yasaya onay vermemiz isteniyor. 

Bize diyorlar ki, bütün bu önlemler alındıktan sonra “medeni” olacağız. Tertemiz “bal dök yala” şehirlerimiz olacak. Peki ya ruhlarımız? Onlar da pırıl pırıl olacak mı? Başlarına gelecek felaketten tamamen bihaber binlerce masum hayvanı katlettikten sonra, dünyanın geri kalanıyla bağımız aynı kalabilecek mi? 

Bir düşünün. 

No comments: