Monday, November 12, 2012

Kaldım!

BirGün
11 Kasım 2012

Arkadaşlarımdan birinin iki yaşında bir oğlu var. Ne zaman başı sıkışsa ya da üzerindeki dikkatin dağıldığını hissetse, koşup bir sandalyeye tırmanıyor ve kollarını açıp “Kaldım!” diyor. Annesi de gidip kucaklıyor onu.

Baktım ki, bunu bir oyun haline getirmişler. Bütün aile ama özellikle de anne bir kurtarma timi olarak faaliyet gösteriyor. Nerede olurlarsa olsunlar, hemen koşup oğlana sarılıyor ve onu sandalyeden indiriyorlar. Bu saatlerce devam ediyor. Ta ki bizimki yorulana ve bayılıp uyuyana kadar.

Ne kadar çılgınca bir şey, diye düşündüm önce. Çocuk büyütmenin kolay bir şey olmadığını biliyorum elbette. Ama yakınında çocuk olmayınca, insan bunun ne kadar yoğun efor gerektiren bir iş olduğunu unutabiliyor. Arkadaşım, gece boyunca oğlunu onlarca kez o sandalyenin üzerinden kurtardı. Numara yaptığını bilse de, bu oyunu sabırla oynadı. Her seferinde, gerçekten tutsak kalmış olsaydı yapacağı gibi sevgiyle kucakladı onu. Dikkat ettim, bir kere bile şikayet etmedi.

Bana inanılmaz görünen şey, belli ki onun gündelik hayatıydı.

Bu olay üzerine kendi ailemi düşündüm. Başımı her belaya soktuğumda, canım her sıkıldığında, ya da bazen sadece hayata karşı isteğimi yitirdiğimde İzmir’e gidişim geldi aklıma. Bütün öğrenciliğim, hatta yetişkin hayatımın büyük bir kısmı, böyle geçti. Hayatta ne zaman tökezlesem, soluğu annemle babamın yanında aldım.

Bazen anlattım onlara neler olup bittiğini. Ama çoğu kez neden geldiğimi bilmediler bile. Aslında neden basitti: onların varlığının sıcaklığında durmak için giderdim İzmir’e. Annemle babam beni her zaman kollarını açarak karşıladılar. Ne zaman düşecek gibi olsam tuttular. Tıpkı arkadaşımın oğlunu sandalyenin üzerinden kurtarırken yaptığı gibi.

O zaman bunun ne demek olduğunu anlamamıştım. Hep böyle olacakmış gibi geliyordu bana. Şimdi artık hayatımın yarısını devirmiş, hatta geri kalan yarısında da hatırı sayılır bir yol kat etmişken, bunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu içim sızlayarak fark ediyorum.

Yardım istemeyecek olsanız bile, hiç sesinizi çıkarmasanız bile, hatta kendi başınıza aşağıya inmeyi tercih etseniz bile, bir tepede kaldığınızda sizi oradan kurtaracak ve bunu her zaman güler yüzle yapacak birilerinin olduğunu bilmekten daha güzel bir şey olabilir mi? Neyse ki, benim hayatımda hala böyle insanlar var.

Peki ya başkaları?

Bugün açlık grevlerinin 61. günü. Grevi sonlandırmak için hemen şimdi bir adım atılsa bile, grevcileri kalıcı hasarlara uğramadan kurtarmak mümkün olmayabilir. 

Okuduklarım bana şunu söylüyor: açlık grevinde 60'lı günlere gelindiyse, midenin ağır tahribata uğradığı, göz sinirlerinin harap olduğu, ciğerlerin bir daha aynı güçle havayı solumayacağı, bedenin asla aynı canlılığı gösteremeyeceği kadar geç kalınmış demektir.

Öyle çocuklar düşünün ki, bunlar gerçekten tutsak düşmüşler. Tek kişilik odalarda bir insan yakınlığından ve sesinden bile uzakta ölüme yatmışlar. Kendi bedenlerinden başka hiçbir şeyleri olmadığı için, tutup onu koymuşlar sandalyenin üzerine.

Öyle çocuklar düşünün ki, “Kaldım!” diyorlar bize, hepimize.

Çocuklarını kucaklayıp indirmek, hastalığın ölümün elinden çekip almak için bekleyen anneler babalar var. Mümkün olsa hemen kurtaracaklar onları. Belki her gün düşlerinde yapıyorlar bunu. Ama gerçek hayatta elleri kolları bağlı oturmak zorundalar.

Onların çaresizliği bile yetmeli dünyayı harekete geçirmeye.


No comments: