Friday, September 20, 2013

Düşüş

BirGün Pazar
15 Eylül 2013


İster Eski Yunan’da yazılmış olsun ister Shakespeare’in elinden çıksın, trajedinin özü aslında hep aynıdır: İtibarlı ve güçlü bir adamın önlenemez düşüşü.

Ancak biraz daha dikkatli baktığımızda, Yunan tragedyaları ile Shakespeare oyunları arasında çok önemli bir fark olduğunu görürüz. Bu farklılığın altında, insanın evrenselle ilişkisine dair değişik iki görüş yatar.

Antik Yunan’da insanın tanrısal olan karşısındaki güçsüzlüğü resmedilir. Tragedya kişileri, bilmeden kendi felaketlerine doğru koşan karakterlerdir. Asıl vurgulanan kişilerin zayıflıkları ya da hırsları değil, insan olmalarıdır. İnsan olmak, kadere tabi olmak demektir. Bu da her kim olursanız olun, bir gün tökezleyip düşebileceğiniz anlamına gelir. Onun içindir ki, Aeschylus'un Agamemnon’u ve Sophokles'in Oedipus’u sonunda yenilirler. Her ikisi de, kontrol edilemez tanrısal bir gücün girdabına kapılıp yok olurlar. Büyük adamlardır onlar. Ama kader onlardan daha büyüktür.

Shakespeare’in oyunlarında ise, karakterleri felakete sürükleyen şey, tanrısal güçler değil kişilerin kendi seçimleri ya da başlarına gelen olayları nasıl yönettikleridir.  Kral Lear yaşlanmıştır yaşlanmasına ama bu kadar erken bir emeklilik planı yapmasa daha iyi olmaz mıdır mesela? Ya da Hamlet Ophelia’ya bu kadar zalimce davranmasa olayların gidişatı değişmez midir? Ve Othello’nun trajedisi, bir eleştirmenin şakayla karışık söylediği gibi, denizler fatihi muzaffer bir komutan iken evlenip yuva kurmaya kalkmak değil midir?

Başımıza gelen olaylarda sorumluluğumuz vardır. Shakespeare bize bunu söyler. Kişilerin tanrısal güçler karşısındaki çaresizliği ikinci plandadır artık. Daha çok zaafları ve ihtirasları yüzünden kendi felaketlerini hazırlayan karakterler görürüz. İnsanlar evrensel olanın karşısında yine güçsüzdürler. Ama artık olaylarda kendi paylarını görecek kadar karmaşık bir iç dünyaları vardır. Bir anlatının taşıyıcısı olmaktan çıkmışlar, psikolojik derinliği olan birer birey haline gelmişlerdir.

Kısaca söylemek gerekirse, Shakespeare’in dediği şudur: Kader diye bir şey vardır elbette. Yine de felaketin en fenası, kişinin kendi eliyle davet ettiğidir.

Gezi olaylarının başladığı günlerde, BirGün’deki köşesinde Zahit Atam’ın “Macbeth ve Beyefendi: İktidar üzerine kısa bir not” adlı yazısında değindiği gibi, Macbeth’in felaketini hazırlayan sebeplerden biri kehanetin peşinden koşuyor olmasıdır. Yani önceden yazılmış bir geleceğin bilgisine sahip olmanın getirdiği özgüven ve inançtır. Kehanete göre Macbeth kral olacaktır. Cadılar ona bunun teminatını verirler. Ama onu Kral Duncan’ı öldürmeye ve İskoçya tahtını ele geçirmeye iten şey yalnızca bu mudur?

Bana kalırsa, oyun bundan çok daha fazlasını anlatır. Shakespeare hikayenin dramatik gerilimini yalnızca bir kehanet ve onu körü körüne takip eden bir adam üzerine kursaydı, şu anda belki de Macbeth’den bahsetmiyor olurduk. Onu hala konuşuyor olmamızın sebebi, yaşadığı ikilemdir. Macbeth ihtiraslı bir adamdır. Ama oyunun başında zalim biri değildir aslında. Kendi kendine gidip kralı öldürecek bir adam da değildir. Macbeth harekete geçmeden tereddüt eder. Meşhur hançer sahnesinde onu, başına musallat olan korkunç hayallerle boğuşurken görürüz. Karar vermekte zorlandığını anlarız.

Oysa bu korkunç suçu işledikten sonra, Macbeth için artık tereddütlere yer kalmayan bir dönem başlayacaktır. Bu olaydan sonra geri dönüş yolunun sonsuza kadar kapandığını anlayacak, idareyi ele alacak ve gitgide zalimleşecektir.

Tereddüdün olmadığı yerde olasılık yoktur. Olasılıkların olmadığı yere de artık hayat denemez.

Oyunun ikinci yarısında Macbeth’in hayatı da bitmiştir aslında. Dünyayı anlayamaz, olayların akışına yön veremez olmuştur. Çünkü otoriter bir iktidarın mutlaklığı içinde sıkışıp kalmıştır. Onu insan kılan yegâne özelliğini, “Acaba?” sorusunu kaybetmiştir. Ancak bunun nedeni dinlediği kehanet değil, işlediği cinayettir. Geri dönülemez bir noktada olduğunun farkındadır. Bir karar vermiş ve hata etmiştir. Bir seçim yapmış ve bununla beraber kendi sonunu hazırlamıştır. Artık başka türlüsü mümkün değildir. Felaket gerçekleşecek ve o tahtından düşecektir.

Gezi’ye dönersek, olayların başladığı günden bu yana üç aydan fazla zaman geçti. Hava yumuşamıyor, sorunlar çözülmüyor. 9 Eylül gecesi Antakya’da bir genç daha öldü. Ahmet Atakan da Abdullah, Medeni, Ali, Ethem ve Mehmet gibi polis şiddeti sonucu hayatını kaybetti. AKP iktidarı, her ölümle birlikte geri dönülmesi biraz daha zorlaşan bir yola giriyor. Başbakan uzlaşma arayan bir dil kullanmamakta ısrarlı. Aksine son olaylarla birlikte şiddetin artacağının işaretlerini veriyor. Bir kez daha bundan başka hiçbir olasılık yokmuş gibi davranıyor. Hangi noktada tereddüt etmekten vazgeçmiştir, bunu bilmiyoruz. Hangi noktada ihtimalleri düşünmeyi bırakmıştır, buna dair de bir bilgimiz yok.

Bildiğimiz şey şudur: Erdoğan bu süreç içinde her gün biraz daha “Macbethleşmek”tedir. Shakespeare’in trajik karakteri gibi o da, kaderini kendi eliyle çizmiş ve kaçınılmaz sona doğru ilerlemeye başlamıştır.

Oyunun bir yerinde Macbeth’in kulağına fısıldayan sesler, uykuyu öldürdüğünü söylerler ona. İktidarını kaybetme korkusu kralın uykusunu çalmıştır. Bu çok fenadır elbette. Ama daha da kötüsü vardır. O da kralın olasılıkları öldürememiş olmasıdır.

Kehanet odur ki, dünya döndükçe ihtimaller devam edecektir. İmkansız gibi görünen şeyler mümkün olacak, sezaryen ile dünyaya gelmiş bir nesil sokakları dolduracak ve ağaçlar bir gün ayaklanıp muktedirlerin üzerine doğru yürüyecektir.

No comments: