Saturday, March 15, 2014

Hûn

9 Mart 2014
BirGün Pazar



Her gece uzun uzun rüyalar görüyorum. Zihnim fazla mesai yapıyor şu aralar. Gündüz sağdan soldan topladıklarıyla gece bir daha sergi açıyor. Her seferinde yepyeni bir tezgahta sunuyor onları. Bazen ucu bucağı görünmeyen yığınların üzerinden atlamaya uğraşıyorum, bazen etrafa dağılmış paketleri toplamaya çalışıyorum. Kimi zaman da birtakım bohçaları çözüp bağlıyorum.
Uyurken de çok tedirginim aslında. Gecede birkaç kez uyanıyorum. Sabahları gözlerimin altında koyu renk halkalar oluyor. Çoğu kez güne başlamakta zorlanıyorum.
Bütün bunlar sadece bana oluyor sanıyordum. Meğer öyle değilmiş.
Geçen gün bir arkadaşım rüyasında saatini geri almaya çalıştığını ama bir türlü başaramadığını söyledi. Birkaç dakika bile geriye gitse her şey düzelecekmiş ama yapamamış bir türlü. Bir başkası bağırmaya çalıştığı ama başaramadığı bir rüyayı anlattı bana. Hiç sesi çıkmıyormuş. Onun yerine dişlerinin arasından sular akmış. “Galiba gözyaşlarıydı,” dedi ürpererek. “Galiba ağzımdan ağlıyordum ben.”
Ben de bir süredir çiğneyip yutamadığım lokmalar görüyorum. Masada annemin yanında oturuyorum. Ağzımda büyüdükçe büyüyen bir lokma var. Herhalde balık yiyoruz. Kılçıklar ağzıma dilime batıyor. “Yutamıyorum,” diyorum anneme. Annem başımı okşayıp “Biraz daha çiğne,” diyor. Kılçıkların boğazımı yırttığını, içimi kanattığını hissediyorum. Gözlerimden yaşlar dökülüyor. “İçime hûn oldu, anne!” diyorum. Yine ondan öğrendiğim bir laf bu:  Hûn. Yani yara.
Yutamadığımız, sindiremediğimiz, bir türlü kendimize izah edemediğimiz şeyler var bizim. Bu kadar kadının hep birlikte rüya görmesi hayra alamet değil. İçimizde yaralar var.
Haftalardır akıl almaz haberlerle boğuşuyoruz. Kaygılıyız, tedirginiz. Gazetelerde okuduklarımız, televizyonlarda izlediklerimiz ruhumuzun ayarını bozdu, bizi düpedüz hasta etti. Öyle ki, artık adaletsizliğe alıştığımızı, kötü haberlerle şerbetlendiğimizi bile düşündük. Ama geçen hafta, hepimizi derinden yaralayan, ruhumuzu inciten bir şey oldu. Üstesinden gelemeyeceğimiz, bir daha kolay kolay unutamayacağımız bir şeydi bu.
Gözaltında gördüğü işkence ve uğradığı cinsel taciz sonucu intihar eden Onur Yaser Can'ın annesi Hatice Can kendini öldürdü. Bir anne evladının kaybına dayanamayarak kendi eliyle canını aldı. Geride bir çocuk ve bir acılı eş bırakarak bu dünyadan ayrılıp gitti.
Aslında hikaye neredeyse dört sene evvel başlamıştı. 28 yaşındaki mimar Onur Yaser Can, 2 Haziran 2010 yılında İstanbul Harbiye'de esrar satın aldığı iddiasıyla narkotik polisi tarafından gözaltına alındı. Onur, götürüldüğü Narkotik Şube Müdürlüğü'nde polisin işkence, cinsel taciz ve aşağılamalarına maruz kaldı. Avukatının söylediğine göre, daha sonra karakolda yaşadıklarını şöyle anlatacaktı:  “Gözaltında çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler... Bir süre çömeltilerek bekletildim. Bu süreçte ağlayan, polislere yalvaran bir kişinin sesi dinletildi, tokatlandım, sözlü olarak aşağılandım. Polislerden biri beni telefonla emniyete çağırdı ve önceki ifademden farklı bir ifade imzalattılar. Muhbirlik yapmam söylendi.”
Bunları okumak bile insana ağır geliyor. İlk kez okuduğumda da aynı şeyi hissetmiştim. Onur Yaser Can’ın ölümünü ve ailesinin onun ardından girdiği hukuk mücadelesini hatırlıyorum. Ölüm ilanında annesi Onur’a “Ey oğul, maviş oğul” diye sesleniyordu. Aynı ilanda bir de fotoğraf vardı. Pırıl pırıl gencecik bir çocuk ta gözümüzün içine bakıyordu. Öyle güzel bakıyordu ki, bir süre sonra dayanamayıp gözlerinizi kaçırmak zorunda kalıyordunuz.
Bu hikayeyi takip edenler hatırlayacaktır: Onur’un ailesi, Narkotik Şube hakkında işkence ve cinsel saldırı suçlamalarıyla şikâyetçi oldu ama olaya karışan dört polis memuruna işkence suçundan takipsizlik kararı verildi. Ailenin, sorgu odasının kamera kayıtları ve bilgisayarların imaj kayıtlarının incelenmesi talepleri kabul görmedi.
Oğlunun ölümünden tam 3,5 sene sonra Hatice Can intihar etti. Bir pazar sabahı kahvaltıdan sonra gidip kendini balkondan attı. Gazeteler bunca zamandır sürdürdüğü hukuk mücadelesinden umduğu sonucu alamadığı için hayatına son verdiğini yazdılar.
Oğlu ruhundan işkencenin izini silemeyeceğini düşündüğü için kıymıştı canına. Arkadaşlarına böyle söylemişti. Onurumu incittiler, demişti. Annesi de aklından oğlunun gözlerini çıkaramadığı için gitti belli ki. Kendisine “Ben niye öldüm, anne?” diye soran gözlerini.
Hatice Can ve mavi gözlü oğlu ışıklı bir günde çekilmiş eski bir fotoğraftan bize bakıyorlar şimdi. Birbirlerine yaslanmış öylece duruyorlar. Kim bilir belki de huzurlu bir Pazar gününün rehavetiyle gülümsüyorlar. Hatice Can’ın yüzünde oğluyla ne kadar gururlandığının izi var. Onur’un gözleri ise, bir daha hiçbir Pazar eskisi gibi olmayacak diyor sanki.
Bu haberi okuduğumdan beri hep aynı şeyi düşünüyorum: Bütün bunları kendimize nasıl izah edeceğiz? Ruhumuzdan bu acıları nasıl temizleyeceğiz? Roboski’de bir hiç uğruna çocuklarını kaybeden aileleri, Gezi’de öldürülen evlatlarının davalarını takip etmek için şehir şehir dolaşıp duran anne babaları, senelerdir her hafta kayıplarını aramak üzere Galatasaray’da toplanan Cumartesi Anneleri’ni nasıl içimize sindireceğiz?
Bu ülkede adalet arayanlar için delirmekle ölmekten başka bir seçenek yok mu?
Hepimizi hasta eden bu korkunç hikayelerin sonu gelmeli artık. Çünkü bilin ki, bu lokmaları yutamıyoruz. Zihnimizde dönüp duran resimlerle her gün yenileri ekleniyor. Bunlarla başa çıkamıyoruz. Çiğnedikçe mayalanan lokmalar gibi ağzımızda büyüyorlar. Hatice Can’ın yüzü büyüyor, oğlunun gözleri büyüyor. Boğazımızı yırtıyor, göğsümüzü kanatıyorlar.
Her biri içimize hûn oluyor.



3 comments:

ehk2 said...

hun deyince ben de kan anlıyorum. farsçada, kürtçede kan demek.

fmekici said...

"Hûn" olmak Türkçe'de de kullanılır. Yaşlılarımız;
"İçerim/ içlerim hûn oldu." derlerdi. "Dil hûn olurum yâd-ı cemâlinle senin ben" diye başlayan, bir şarkımız vardır.
Dilhûn olmak:gönülün/ içinin kan ağlaması demektir.

adincer said...

hiç tanımayan bilmeyene göre resmine bakınca güzel pırıl pırıl bir insan deriz ya anneye nasıl gelir acep? Onun en masum hallerini gördü, küçücük ayaklarını sevdi, ilk gülüşünde huzur buldu, ilk adımlarında heyecan, ilk kelimelerinde mutluluk... Evlat baska, bir insanın büyümesine tanık olmak başka. Annesi bakıyorsa bizim gibi görmüyor, bir geçmiş var koskoca! Ahhh Allahım onlarıda bizleride affet!