Sunday, September 28, 2014

Boksörlerin Belirişi: İki Yeni Yazar


BirGün Pazar
28 Eylül 2014

“Hemingway, a Title Fight in Ten Rounds” (Hemingway: On Rauntta Ünvan Maçı) adlı kitabında, yazarın yakın arkadaşlarından biri olan Jed Riley, onunla ilgili anılarından birini aktarır.
Riley ve Hemingway savaştan hemen sonra bir barda yeniden karşılaşır ve oturup konuşmaya başlarlar. Konuşma ilerledikçe, Hemingway’in geçen seneler içinde bir gıdım bile değişmemiş olduğunu düşünür, Riley. Sonra onun çok iyi bir amatör boksör olduğunu hatırlar. Hatta bir gün dünya şampiyonu olacağını söylediği gelir aklına. Belki de olmuştur, der kendi kendine. Sonunda bunu ona sormaya karar verir.
"Hala şampiyon olacak mısın?" dedim ona.
"Evet," dedi, "Ama boksta değil."
"Güreş mi?" dedim.
"Hayır," dedi.
"Ne peki?" dedim.
"Edebiyat," dedi.
Bana bu konuşmayı yeniden düşündüren, İletişim Yayınları’nın geçenlerde arka arkaya bastığı iki kitap oldu. Biri, Ankaralı yazar Giray Kemer’in yaz başında çıkan öyküleri: “Olaylar Boksörün Pazı Sarmasını Yemesiyle Başladı.” Diğeri ise, ismiyle müsemma Aylin Balboa’nın daha bir iki hafta önce dağıtıma giren “Belki Bir Gün Uçarız” adlı anlatısı. Dövüşmekten vazgeçmemiş ama yumruklarını edebiyatta konuşturmaya karar vermiş iki genç yazar ilk kitaplarıyla ringe çıktılar. O zaman kırılıp dökülen kemiklerden, satılmış maçlardan, darbeleri savuşturma metotlarından, ve de en önemlisi şampiyonlardan söz etmenin zamanı gelmiştir.
Şampiyon deyince, illa ki kazananlardan söz edeceğimizi düşünmeyin. Bu kitaplarda tanışacağınız kişiler, en beklemedikleri anlarda yumruk yiyip yerle yeksan oluyorlar. Mezarlıklarda terk ediliyorlar, sakatlanıp dövüş dışı kalıyorlar, ölülere sarılmak isteyip sarılamıyorlar. Ana karakterler dışındakiler de kaybetmeye mahkum gibi görünüyor. Genç adamlar sevdikleri kızları başka erkeklere kaptırıyor, yeni evli kadınlar pencerelerde iç çekip ağlıyor. Arada bir gerçek şampiyonlar da çıkıyor gerçi. Ama onlar da bir gün uyuyup bir daha hiç uyanmıyorlar. 

Aylin Balboa’nın “Kramp” adlı hikayesinin anlatıcısı, motordan düşüp komaya giren abisini görebilmek için yoğun bakım monitörlerinin önünde bekliyor: “Günler geçiyor. Abim kameralara el sallamıyor, bu bir şaka değil. Yok be şakadır yine de, aklımız yerinden çıkmadan uyanırsa eğlencesi azalacak, iyice kanırttıktan sonra el sallar diyoruz. Ama Niyazi amca kesin ölür. Çünkü söylemiş miydim, Niyazi amca çirkin, üstelik katil, yetmezmiş gibi intihar etmiş. Benim abim şampiyon... Benim abim şampiyon... Benim abim şampiyon...”
Ama abiler uyanmıyor. Sevgililer dönmüyor. Ölüler bizimle konuşmuyor. Çünkü, Balboa gibi söylemek gerekirse: “Hayat satılmış bir maç, oğlum!”
Sürprizli dili ve kıvrak zekası ile, anlattığı mesele ne kadar dramatik olursa olsun, okuyanın yüzünde çiçekler açtıran Aylin Balboa, tabiri caizse, dans ederek dövüşüyor. Sözcükleri birbiri ardına dizerken o kadar çevik ve becerikli ki, bütün o darbeleri nasıl aldığına akıl erdiremiyorsunuz. Etrafınızda dönüp duruyor, birtakım akıl almaz ayak hareketleri yapıyor. Bu durum, özellikle “Tımarhane Notları” için geçerli. Tam kasvet basacak gibi olurken, size öyle bir şey söylüyor ki, gülesiniz geliyor. Kendinizi bıraktığınızda da, gülle gibi bir lafı hiç acımadan karnınıza çakıveriyor. Bazen başınızı tatlı tatlı okşadığını göreceksiniz. Sakın aldanmayın. Her an bir yerden bir yumruk çıkarabilir. Şimdiden söyleyeyim, bazen o yumruk boğazınıza da oturabilir.
Giray Kemer ise kelimenin tam anlamıyla bir ağır sıklet. Yeteneği çevikliğinde değil atmosfer kurma becerisinde. Yavaş olmaktan korkmuyor, çünkü biliyor ki bazen yumruklara direnmek için sadece olduğun yerde durabilmen gerekir. Durur durur, sonra iyi bir tane vurursun. Bir söyleşisinde, boksun edebiyatla ilgisi olmayabileceği imasına karşılık şunları söylüyor: “Bilakis öykünün boksla çok benzeştiğini düşünüyorum. Cortazar’ın dediği gibi romanda puanla kazanabilirsin ama öyküde knock-out gerekir. O noktada yakınlar. Hep beklenmeyen olur, her an her şey olabilir.”
Kemer’in öykülerinde sürprizli sonlar, dramatik finaller, inişli çıkışlı sahneler yok gerçi. Onun yerine kitabın her yerine sinmiş ağır bir yenilgi hissi var. Ritmi, kıvamı ve gitgide koyulaşan hüznü ile, üçüncü sınıf dumanlı bir barda boş masalara çalınan ağır aksak bir şarkıyı anımsatıyor. Türü de belki o kadar önemli değil. Neşet Ertaş da olabilirdi, Orhan Gencebay da. Ama bana kalırsa, bu kitap bir Ankara blues.

Dimitrakopulo bulamayıp onun yerine Erim şarabı içen, birbirinin “mimiklerini, konuşmasını, edeceği küfürleri, sigarayı tutuşunu, ne zaman gülüp ne zaman ağlayacağını” ezbere bilen erkeklerin aynı hikayeleri yeniden ve yeniden anlattığı sofralarda oturuyoruz. “Sarhoş iki erkeğin futbol konuşmasından daha romantik bir şey yoktur,” diyen Sedat ağabeyi duyuyoruz. Birinin anılarından fırlayıp geliyor ve o da sofraya oturuyor. Herkes hep bir dövüşten çıkmış gibi. Birbirlerinin yaralarına pansuman yaparken bile, hiçbir şey yokmuş gibi davranan, sanki dünya berbat bir yer değilmiş gibi davranan bu genç adamlara kulak veriyoruz.

“Hep arıyoruz ya... Aramasak aslında.”
Bir süre önce: “Kesince kanıyor ya... Kanamasa...” demişti.
“Ne çok şey istiyorsun,” diyorum.
“Haklısın,” diyor.

Islak saçlarına havlu dolayıp kahvaltı hazırlamaya girişen; eski sevgililerinin aldığı eldivenleri giyen; kalçaları dudakları kolları hep başkalarına ait olan kadınlar. Pis evlerde, havasız odalarda yaşayan, halı saha maçlarından ya da antrenmandan sonra bu kadınlara dair konuşan genç erkekler. Herkesin özel ve benzersiz olmak istediği ve kimsenin bunu başaramadığı hayatlar. Yani dayak atanların değil, dayak yiyenlerin hikayeleri bunlar. Tıpkı Balboa’nınkiler gibi. 

Edebiyat Haber’e verdiği bir söyleşide Aylin Balboa, isminin nereden geldiğini şöyle anlatıyor:Dünya vurdukça tamam diyorum abi büyüksün bi şey demedik. Fakat nefis dayak yiyorum. Soranlara ‘Balboa benim kızlık soyadımdır’ diyorum. Ama esasen Balboalığım bu dövülme kısmından gelir.”
Dayak yemek olur tabii de... Bir de kanamasa...




No comments: