Monday, December 01, 2014

Ayraç

BirGün Pazar
16 Kasım 2014


 

1990 senesinde, Kitap Fuarı için büyük hayaller kurmuştuk. O sene kazandığımız bütün parayı biriktirecek ve yıl boyu beklediğimiz ne kadar kitap varsa hepsini alacaktık. Ama olaylar umduğumuz gibi gelişmedi. Yazın paralar suyunu çekti. Bir kısmını tatile harcadık, geri kalanı da sonbaharda okul masraflarıyla uçtu gitti.

O zamanlar Ankara’da yaşayan bir sevgilim vardı. O ufak tefek işler yapıyordu, ben de özel dersten kazandığım parayla geçiniyordum. Özel ders verenler bilirler, eylül ve ekim en kötü aylardır. Eski öğrenciler zaten adam olup gitmiştir. Yeniler de henüz ortaya çıkmamıştır. Ekim gelip de ilk notlar alınmadan, kimse çocuğuna özel ders aldırmayı düşünmez. En zayıf çocukların anneleri bile, “Belki bu sene kendi kendine çalışır,” diye bir umuda kapılır ve ilk sınavların geçmesini beklerler.

Bana da her sene aynı şey oluyordu. Fakat o sene işler iyice kötü gitmişti. Kasım ayı geldiğinde henüz ufukta bir öğrenci belirmemişti ve durum pek parlak görünmüyordu. Kasımın ilk haftasında, en fakir zamanlarımızdan birine girdiğimizi resmi olarak kabul etmek zorunda kaldık. Evde zeytinyağlı pırasa ile mercimek yemeği pişiyor, o zamanlar yeni çıkmış olan filtreli Bafra sigarası içiliyor ve arada bir çaysız bile kalınabiliyordu. Kirayı denkleştirip verebildiğimiz için kendimizi şanslı sayıyorduk.

Ama işte Kitap Fuarı gelip çatmıştı. Sevgilim bir yolunu buldu ve Ankara’dan kalkıp geldi. Önce uzun uzun mercimek yemeğini nasıl geliştirebileceğimize dair konuştuktan sonra (o, havuç ve patates eklemeyi öneriyordu, bense Erzurumlu bir arkadaşımdan mercimekli bulgur diye bir şey öğrenmiştim), sonunda beklenen an geldi ve Kitap Fuarı meselesi açıldı.

Fuar, o dönemde hâlâ Odakule’deki eski yerindeydi. Gitmek sorun değildi yani. Ama o kadar parasızdık ki, ikimiz de hiç kitap alamayacaktık. Birinin bunu söylemesi lazımdı. Ben sonunda dayanamayıp söyledim.
 
“Olsun,” dedi, “Biz de kitaplara bakarız. Bunu bir ön çalışma gibi düşün. Sonra nasıl olsa hepsini alacağız.”

O sene bir sürü yeni kitap basılmıştı. Hepsini çok iyi hatırlamıyorum. Ama bir ikisi aklımda. Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı o sene Can Yayınları tarafından basılmıştı mesela. Ben henüz alamamıştım. Iris Murdoch’ları Ayrıntı basıyordu ve Kesik Bir Baş kısa bir süre önce Serdar Kırkoğlu’nun çevirisi ile çıkmıştı. Onu da daha almamıştım. AFA Yayınları, bütün dünyadan kadın yazarların kitaplarını çevirtip basmaya o yıllarda başlamıştı. Sonradan çok sevdiğim Margaret Atwood ve Fay Weldon’la böyle tanışmıştım.

Fakat kitap fuarının asıl numarası, birtakım dergi ve kitapları toplu bir şekilde alabilmek ihtimaliydi. O sene de herkesin gönlünde yatan bir aslan vardı. İletişim Yayınları bir iki sene önce Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’ni çıkarmış. Tam sekiz cilt. Şahane bir şey. Sevgilimin derdi onları ele geçirmekti. Bense daha çok Metis Çeviri’leri almak istiyordum. Onları da takım halinde ve indirimli satıyorlardı. Metis Çeviri, o dönemin en iyi dergilerinden biriydi. İçinde ağırlıklı olarak edebiyat çevirileri olduğu gibi, bir de her sayının sonunda hepimizin bayıldığı “Eşek Arısı” bölümü vardı. Bu bölüm çeviri hatalarından bahsediyordu ama bunu o kadar eğlenceli bir şekilde anlatıyordu ki, Metis Çeviri’nin bir kısmını artık mizah dergisi niyetine okumaya başlamıştık.

İşte bunları konuşa konuşa evden çıktık, vapura binip karşıya geçtik. Kitap Fuarı’nın önüne geldiğimizde, yaptığımız şeyin garipliği hafif hafif kendini hissettirmeye başladı. Kapının önünde uzun bir kuyruk vardı. “Boş ver girmeyelim,” diyecek gibi oldum ama buraya kadar gelmiştik artık. Bu noktadan sonra dönmek mümkün değildi. Bir müddet bekledikten sonra içeriye girebildik. Her şey aynen bir önceki sene bıraktığımız gibiydi. Havasızlık, kalabalık, gürültü. Aynı insanlar aynı köşelerde duruyordu sanki. Biz de onlarla birlikte, yayın evlerinin masaları arasında yavaş yavaş sürüklenmeye başladık.

Önce İletişim’i geçtik. Ansiklopedi orada duruyordu. Karıştırmaya izin vardı. Biraz oyalandık. Metis’e geldiğimizde, Metis Çeviri’leri gördük. Ama Defter’lerin de orada olacağını hesap etmediğimizi fark ettik. Evet, bir de Defter Dergisi vardı. Üstelik varlığından haberdar olmadığımız daha bir sürü kitap çıkmıştı. Alt katta merdivenlerin hemen sonunda sağda AFA vardı. Oradan da ayrılmak zor oldu. Çünkü rafta gıcır gıcır bir Bozkırkurdu duruyordu. Yepyeni bir çeviri. Tamamen zararsız gibi görünen Altın Kitaplar’ın önünden geçmek bile bir meseleydi, çünkü orada da Mina Urgan’ın İngiliz Edebiyatı Tarihi vardı.

Bir süre sonra, ben daha fazla devam edemeyeceğimi anladım. Durumumuz pek vahim bir hal almıştı. Lokantanın camekânına gözlerini dikmiş yutkunup duran kılıksız çocuklar gibiydik. Tam pes ediyordum ki, sevgilim elinde bir tutam kitap ayracıyla çıkıp geldi. Metis’in kargalarından kendine bir buket yapmıştı. “Bak, ne kadar güzeller,” dedi bana, “Hadi, gidip diğerlerinden de alalım.” Bunun üzerine, aynı yoldan geri döndük ve bir sürü ayraç topladık: Metis’in kargası, Ayrıntı’nın dinozoru, İletişim’in kirpisi, Cem Yayınları’nın güvercini. Küçük bir hayvanat bahçesi. Sonunda o kadar çok ayracımız oldu ki, yayınevlerinden biri bize onları taşımak için torba verdi. Eve iki torba ayraçla ve mutlu bir şekilde döndük.

Ertesi sene gidip bütün Metis Çeviri’leri aldık. Artık mezun olmuştum ve para kazanıyordum. Ama öğrenciliğimin kaygısızlığı ve rahatlığı geride kalmıştı. Bir dönem bitmiş ve bir başka dönem başlamıştı. Ve bunun iyi bir şey olduğundan pek emin değildim. Hep meşguldüm, hep yorgundum. Büyümüş ve sıkıcı biri olmuştum sanki.

Metis Çeviri’ler taşınmalardan birinde yağmur altında kalıp küflendi. Ayraçlar hâlâ bir yerlerde duruyor. Bazen eski kitapların arasından çıkıveriyorlar. Onları görünce gülümsüyorum. Patatesli mercimeğe talim ettiğimiz, çayları haşlayarak içtiğimiz ve her zaman gülecek bir şeyler bulduğumuz o seneyi hatırlatıyorlar bana. Hayatımın önemli sayfalarından birine işaret koymuşlar sanki. Gençliğin tasasızlığını ve neşesini, geri kalan her şeyden ayırıyorlar.

1 comment:

Anonymous said...

Hey gidi günler. Eski Fuar yerini özlüyorum ben şahsen.