Thursday, April 02, 2015

Canım benim...


BirGün Pazar
15 Mart 2015



Her zaman gittiğim kahvede yine kağıt okumaya çalışıyorum. Sabahın erken saatleri olduğu için kahve bomboş. Üzerime baharın ilk güneşi vuruyor. Sessizliğin tadını çıkarıyorum.

Biraz sonra yanımdaki masaya genç bir kadın oturuyor. Üzerinde rahat bir kıyafet var. Belki de spordan geliyordur diyorum kendi kendime. Kahvenin sahibini tanıyor olmalı. Herkesle selamlaşıyor. Tatlı tatlı hal hatır soruyor. Sonra siparişini verip masasına geri dönüyor. Sipariş verirken hep rica ediyor, teşekkür ediyor, zahmet verdiği için özür diliyor. Pek kibar biri olduğunu düşünüyorum.

Masaya oturduktan sonra telefonunu çıkarıyor ve numaraları çevirmeye başlıyor. İlk numara bir arkadaşının olmalı. “Canım benim,” diyor ona, “Nasılsın, canım benim?” Arkadaşı başka bir şehirde. Uzun süredir görüşmemişler. Hatta bir zamandır telefonlaşmamışlar belli ki. Hal hatır kısmı geçtikten sonra ortak bir tanıdıklarına dair uzun uzun konuşuyorlar.

Benim dikkatim çoktan dağıldı. Kahvede başka kimse olmadığı için ortalık tamamen sessiz. O saatte daha müziği bile açmamışlar. Bu kadın da gelip hemen yanıma oturdu. Bütün konuşmayı duyuyorum. Duymak da ne kelime! Sesler kafamda patlıyor. Çaresiz bir şekilde sağıma soluma bakıyorum. Yapacak bir şey yok. Eninde sonunda bir telefon diye kendimi teselli ediyorum. Bir ara bitecek nasıl olsa!

Hakikaten kadın biraz sonra telefonu kapatıyor. Ama o da ne? Hemen yeni bir numara çeviriyor. Bir başka arkadaşını aradı. “Canım benim,” diyor ona. “Biraz önce bilmemkim ile konuştum. Anlattıklarını duysan inanamazsın!” Bu sefer bir önceki telefon konuşması üzerine bir konuşma başlıyor. Kız daha önce benim de duyduğum hikayeyi bir bir yeniden anlatıyor. Bu arada çayı geliyor. Garsona teşekkür üzerine teşekkür ediyor. Ona da “Canım benim!” diyor. Karşılıklı gülüşüyorlar.

Ben hafiften tırnaklarımı kemirmeye başlıyorum. Önümdeki kağıtta yazanlara bir daha bakıyorum. Ama okuduğumu anlamıyorum. Sözcükler görüyorum sadece: “süreç,” “distopya,” “gelecek,” “kurgu”...

Karar verdim. Beklemeye devam edeceğim. Bir insan sabahın bu saatinde kaç konuşma yapabilir?

Biraz sonra bu sorunun cevabını öğreneceğim. Bu genç kadın, kimi uzun kimi kısa tam yedi (sayıyla 7) telefon konuşması yapıyor. Aradığı herkese (arkadaşları, temizlikçi kadın, komşusu ve sevgilisi) tatlı tatlı hal hatır soruyor. Hepsine bir diğerinden duyduğu şeyleri anlatıyor, haberler veriyor. Hatta galiba temizlikçiye yeni bir iş bile buluyor. En son telefonda sevgilisiyle konuşurken sesi biraz daha yüksek perdeden çıkıyor. “Canım benim,” diyor ona da, “Sabah telefonlarımı etmek için evden çıkıyorum biliyorsun. Evde konuşursam, kedi rahat vermiyor. Ne zaman telefonu elime alsam, hop diye üzerime atlıyor.”

Kediyi anlıyorum. Aslında ben de aynı şeyi yapmak istiyorum. Galiba kadın da bunun farkında.  Bana bakıp sesini biraz kısıyor, “Kusura bakma, rahat konuşamıyorum,” diyor sevgilisine, “Burası bugün biraz sessiz de.”

Garson gelip çayımı tazeliyor. “İyi misiniz?” diyor fincanı bırakırken. Ufaktan inlemeye başlamışım. O sorunca fark ediyorum. “İyiyim, sorun yok,” diyorum. Sesim biraz tiz çıkıyor.

“Canım benim” biraz sonra kalkıyor. Aslında daha otururdu ama muhtemelen benim inlemelerime dayanamadı. Giderken herkese tek tek veda ediyor. İyi günler diliyor, yakında görüşeceklerinin sözünü veriyor, hatta kahvenin sahibi ile kucaklaşıp öyle ayrılıyor. Bana da uzaktan bir gülücük fırlatıyor. Biraz özür diler gibi.

O kadar “şeker” biri ki, ona kızamıyorlar. Ben bile neredeyse düşündüklerimden dolayı suçluluk duyacağım. O kadar da kötü biri değildi, diyorum. Sadece konuşmaya ihtiyacı vardı. Bir yandan da, bütün bunlarda çok tanıdık bir şey olduğunu hissediyorum. Bana bir yerden aşina geliyor. Ama bir türlü çıkaramıyorum. Bir süre yerimde huzursuz bir şekilde kıpırdanıp duruyorum.

Sonra birden her şey çözülüyor. Anlıyorum ki, bir kez daha hayat edebiyatı taklit ediyor. İşte yine karşıma çok iyi bildiğim bir karakteri çıkardı ve benim ruhum bile duymadı. “Yazıklar olsun sana,” diyorum kendi kendime. “40 yıllık Olenka’yı tanımadın!”

Anton Çehov’un 1899’da yayımlanmış “Tatlım” adlı öyküsünün kahramanı Olga Semyonovna, ya da öyküde sıkça geçen ismiyle Olenka, edebiyatta karşılaşacağınız en iyi yürekli karakterlerden biridir. Yardım severdir, kibar ve sevimlidir. Karşılaştığı herkeste şefkatle karışık sevecenlik uyandırır. Rusçada “tatlım, canım cicim,” anlamına gelen “Duşeçka” lafını çok sık kullandığı için, ona da öyle derler. “Merhabalar Olga Semyonovna! Nasılsınız tatlım?” diye selamlarlar onu. Olenka da “Ah canım,” der onlara, “Biliyor musunuz ki, tiyatro dünyanın en zor işi!” Sonra oturup bir gezici kumpanyanın sahibi olan kocasının söylediklerini kelimesi kelimesine tekrar eder: Hayatta en önemli şey tiyatrodur ama kimse gerçek sanattan anlamamaktadır. Halbuki kısa bir süre sonra kocasını kaybedip başka bir adamla evlendiğinde, bunun tam tersini söyleyecektir Olenka. Çünkü yeni kocası Pustovalov dindar bir kerestecidir ve her türlü eğlenceyi bir tür hafiflik olarak görür. Böylece, Olenka artık tiyatronun lafını etmez olur. Onun yeni sohbet konusu kereste alım satımı, odun fiyatları, depolama ücreti falan filandır. Yani bu sefer de Putovalov’un hikayelerini anlatmaya başlamıştır.

Bundan sonrası acıklı bir hikayedir aslında. Etrafındaki kişiler azaldıkça, Olenka kendi ruhunun ıssızlığı ile baş başa kalır. Çarşıya pazara çıktığında konuşacak bir şey bulamaz olur. Çünkü aslında konuşacak bir şeyi yoktur. Yavaş yavaş anlar ki, hiçbir zaman kendine ait düşünceleri olmamıştır. Bunca zaman etrafındakilerin söylediği şeyleri tekrar ederek yaşamıştır. Bunu anladığı ölçüde acılaşır ve sessizleşir. Belli ki Çehov’un fark etmemizi istediği şey de budur: Yaşamını başka insanların hikayeleri üzerine kuran kadınlar bir gün hikayesiz kalırlar. Yaşlandıkça yalnızlaşırlar. Hayatlarının sonunda “pelin otunun acılığı” gibi bir tat kalır ağızlarında. 

Tolstoy bu öykü üzerine yazdığı bir denemede, Çehov’un Rus toplumundaki geleneksel kadınlık rollerine dair bir eleştiriyi dile getirmek isterken, elinde olmadan çok sevilesi bir karakter yarattığı söyler. Ona göre, sevimliliği ve kibarlığı ile Olenka herkesin kalbini çalacak ve nesiller boyu okuyucular tarafından iyi hislerle hatırlanacaktır.

Tolstoy haklı mıdır bilmem. Ama bütün bunları düşünürken, biraz önce hissettiğim kızgınlık buharlaşıp yok oldu. Anladım ki, “canım benim” de bir gün Olenka gibi yaşlanacaktır. Belki o da bir gün pencerenin önünde oturacak ve kendine ait bir hikayesi olup olmadığını soracaktır.

Hepimizin bazen sorduğumuz gibi.  





No comments: