Monday, July 24, 2017

Son Durak





Zekice kurgulanmış bilimkurgu romanları ile tanınan Amerikalı yazar Connie Willis, Marble Arch’ın Rüzgarları adlı kitabına adını veren uzun öyküde, her zamanki muzipliğini bir yana bırakıp hüzünlü bir hikaye anlatır. 

Orta yaşlı bir tarihçi olan Tom, karısı Cathy ile birlikte bir konferansa katılmak üzere Londra’ya gelmiştir. Her ikisi de gayet iyi tanıdıkları bu eski kentte olmaktan mutludurlar. Uzun süredir görmedikleri arkadaşlarını görecekler ve belki bir iki oyun izleyeceklerdir. Cathy alışveriş etmek istediği için taksiye biner. Londra’nın meşhur metrosunu çok seven Tom ise, her zamanki gibi “Tube” ile gitmeyi tercih edecektir. Fakat bu sefer bir gariplik vardır: Metroya biner binmez suratını yalayan kötü kokulu bir rüzgâr hisseder. Çürümüş bedenlerin kokusunu andıran ağır bir havadır bu. Eski ve ölümcül bir şeyden geliyordur sanki. Tom, bu rüzgârın uyandırdığı anıların etkisi ile birkaç gün boyunca hiçbir şey yapamaz olur. Tiyatro bileti almayı unutur. Merakla beklediği konferansı kaçırır. Onun yerine bu garip kokunun kaynağını bulmak umuduyla metroda bir ileri bir geri gider durur. 

Connie Willis’in bu biraz uzun ama dokunaklı öyküsü, Londra’nın karanlık tarihinin, özellikle de II. Dünya Savaşı sırasında şehrin Almanlar tarafından aralıksız bombalandığı döneme dair büyük acının, gömüldüğü yerden kurtulup yavaş yavaş yüzeye çıkmasının hikâyesidir. Alman hava kuvvetlerinin ağır ve kesintisiz saldırı taktiğine istinaden The Blitz (yıldırım) adı verilen bu bombardıman sonucunda, 1940-41 seneleri arasında, başta Londra olmak üzere bütün Birleşik Krallık’ta 40 binden fazla sivil öldürülmüştür. Londralılar o kışı birer sığınak haline getirilmiş metro duraklarında geçirirler. Ancak kimi duraklar bombardımanda isabet alır ve binlerce kişi göçük altında kalıp hayatını kaybeder. 
 
Willis, ana karakterinin ağzından, Londra’nın bombalandığı dönemi ve metro duraklarını uzun uzun anlatır. Ancak öykünün asıl merkezi bu değildir. Tom, metrodan gelen o kötü kokunun peşinde, ülkenin tarihindeki bu büyük felaket gibi, kendi özel tarihinin de sırlarına doğru ilerler. Yalnızca yaşlanmakta olan bedeninin değil, ruhunun da bir çöküşün eşiğinde olduğunun ayırdına varır. Sonuna doğru, insanlığın kendi elleriyle yarattığı bu büyük kötülükten yayılan o ağır koku öyküyü tamamen ele geçirir, okuyucuyu da yanına katarak derin bir karamsarlığa doğru ilerler. 

Suruç Katliamı'ndan hemen sonra bir gün metroda giderken, patlamada kaybettiğimiz gençlerden birini yolcuların arasında gördüğümü sandım. Kısa süren bir göz yanılmasıydı bu. Ama beni iliklerime kadar titretti. Fotoğraflardan tanıdığım o gülen gözler iki metre ötemde duruyordu. Göz ucuyla bir kez daha baktıktan sonra bu yüzün sandığım kişiye ait olmadığını anladım. Küçücük bir andı aslında. Saniyenin onda biri kadar bir şey. Öyle ki, onun orada bulunmasının imkansızlığını düşünecek kadar bile zamanım olmamıştı. Az sonra tren durdu. Anonsları yapan kadının melodik sesi, “Bu yöndeki son durak”ta olduğumuzu ilan etti. Ardından aynısını bir de İngilizce söyledi. Hep beraber metrodan çıktık. O kadar sarsılmıştım ki, bir süre yürümeyi başaramadım. Her biri işi gücü olan insanlar sağımdan solumdan akarak ilerlediler. Kalabalıktan bir iki kişi bana çarpıp geçti. Dengemi kaybedip düşecek gibi oldum. Birisi uzun uzun söylendi. Kendimi duvara doğru bir yere atıp soluklanmaya çalıştım. Nefesim normale dönene kadar orada bekledim.

Hâlbuki daha her şeyin başındaydık. Bundan sonra üzerimize çökecek felaketlerin hiçbirinden haberdar değildik henüz. Suruç Katliamı'ndan sonra, daha birçok canlı bomba saldırısı yapılacağından, 250’den fazla insanın öldürüleceğinden, 1000’den fazla kişinin yaralanacağından, şehirlerin yakılıp yıkılacağından, sivil halkın ölülerini kaldırmak için bile sokağa çıkamayacağından habersizdik. Daha çok nefesimiz tıkanacak, göğsümüz sıkışacaktı. Patlamalarda ölenlerin fotoğraflarda gördüğümüz yüzlerini hatırlayamaz hale gelecektik. Çocuklar, yaşlılar, gençler... Hepsinin yüzleri birbirine karışacak ve bize aynı ifadeyle sorar gibi bakacaklardı: Ben neden öldüm? Neden öldüm ben? 

Bundan çok sonra, yine kayıpların ağırlığı ile soluksuz kaldığım anlardan birinde, Willis’in öyküsünü ve metroda yaşadıklarımı hatırladım. Bir hayaletle burun buruna geldiğimi düşündüğümde hissettiğim sarsıntıyı, etrafımdan akan aldırışsız kalabalığın içinde durmaya çalışırken tökezleyişimi ve en çok da metro anonsunu yapan kadının zihnimde yankılanan sesini: “Bu yöndeki son duraktır.” “This is the terminal station.” Son durağa geldik gerçekten de dedim kendi kendime. Bu yöndeki son durağa geldik. Daha fazla acıyla, kanla, savaşla gidebileceğimiz bir yer kalmadı. Bu topraklar felakete doydu, daha fazlasını bağrında tutmayacak. 

Başka bir yöne doğru gitmek gerekiyor artık. Barışın mümkün olduğu yere doğru ilerlemek gerekiyor. Yalnızca gelecekteki hedeflerimizi değil, geçmişimizi de barış üzerinden düşünmemiz lazım. Bu topraklar üzerinde zulme, haksızlığa, eziyete uğrayan kim varsa, onlarla helalleşmeden yeni bir yöne doğru hareket etmek mümkün değil çünkü. Şu ana kadarki politikalarla gidebileceğimiz en uç noktaya geldik. Artık kayıplarımızla yüzleşmemiz, ölülerimizin yasını tutabilmemiz ve geride kalanlar olarak birbirimize sarılacak cesareti göstermemiz gerekiyor. 

Eğer bunu başaramazsak, son durakta sıkışıp kalacağız. Onun sonsuz karanlığında geçmişin hayaletleriyle beraber hapsolacağız. Ölülerimiz bir türlü huzur bulamayacaklar. Onları ne kadar derine gömersek gömelim, mutlaka bir gün karşımıza çıkacaklar. Yine sorar gibi bakacaklar yüzümüze: Ben neden öldüm? Neden öldüm ben? 


No comments: