Showing posts with label Anton Çehov. Show all posts
Showing posts with label Anton Çehov. Show all posts

Monday, July 24, 2017

Güzel şeyler olacakken...


Bundan tam 10 yıl önce, hayatlarımız henüz ölümlerle ve felaketlerle kararmamış iken, Boğaziçi’ndeki sınıfımla dönemin son derslerinden birindeyiz. Genellikle yaptığım gibi, Çehov’u sona bırakmışım, Küçük Köpekli Kadın adlı öyküyü okuyoruz. O vakte kadar kısa öyküye dair öğrendikleri her şeyi unutmalarını, çünkü bir sihirbazla karşı karşıya olduğumuzu söylemişim öğrencilere. Demişim ki, bu öyküyü okuduktan sonra size neyin çarptığını anlayamayacaksınız! Biraz da bu cafcaflı girişin etkisiyle olacak, anlattıklarımı pür dikkat dinliyorlar.

Küçük Köpekli Kadın bir aşk öyküsü. Ama bildiğimiz aşk öykülerinden değil. Hayat hakkında, ölüm hakkında, bu dünyadaki varlığımızın geçiciliği hakkında yazılmış en güzel metinlerden biri. Basit ihtiyaçlar ile kişisel ihtiraslar arasında kaybolabileceğimizi ve insanı kendinden büyük bir anlama açan duygulardan hiçbirini tatmadan ölüp gidebileceğimizi hatırlatan çok kuvvetli bir hikâye. Hayatının tümünü basit zevkler peşinde koşarak geçirmiş ve aradığını bulamamış (hatta aradığının farkında bile olmayan) orta yaşlı bir adamın, genç bir kadınla tanışıp ona aşık olmasını ve bu tecrübeyle birlikte bambaşka bir insana dönüşmesini anlatıyor. Bütün Çehov öyküleri gibi düş kırıklıklarıyla, geç kalmışlık hissiyle, imkânsızlıklarla dolu. Ama yine bütün Çehov öyküleri gibi bu da büyük bir coşku ve umut barındırıyor içinde.

Bense bu öyküyü her anlattığımda yaşadığım endişeyi taşıyorum: Çehov’un hikâyesindeki derinliği öğrencilere gösterebilecek miyim? İlk bakışta sıradan bir aşk hikâyesi gibi görünen bu metnin katmanlarını bir bir kaldırabilecek miyim? Karşımdaki gencecik insanlar, bütün ömrünü ürkütücü bir vasatlık içinde geçirmiş Gurov’un, Anna’ya aşık olduğunu fark ettiğinde duyduğu şaşkınlığı, coşkuyu ve hüznü anlayabilecekler mi? Önünde açılan bu yeni dünyaya bakarken hissettiği korkuya bir anlam verebilecekler mi?

Öykünün en sevdiğim yerlerinden birine gelmişiz. Kahramanımız Gurov’un, yeni tanıştığı Anna’ya aşık olmaya başladığı ama daha evvel bu duyguyu hiç tatmadığı için başına gelenlere henüz anlam veremediği yerdeyiz. Çehov, okuyucusuna temkinli bir şekilde teslim ettiği bu önemli bilgiyi, kendi karakterinden iyice sakınıyor. Gurov buna daha hazır değil çünkü. Her zamanki gibi bir kaçamak yaptığını, güzel bir kadınla gününü gün ettiğini zannediyor. Anna ile birlikte Yalta yakınlarındaki sahil kasabasında bir bankta oturuyorlar. İkisi de pek konuşmuyorlar. Sonra Gurov birden dünyanın ne kadar güzel bir yer olduğunu fark ediyor.

Oreanda’da kilisenin yakınında bir banka oturdular, denize baktılar, suskundular. Sabahın pusunda Yalta zar zor görülüyordu, dağların tepelerinde beyaz bulutlar hareketsiz duruyordu, ağaçlarda yaprak kımıldamıyordu, çekirgeler sıçrıyordu ve aşağıdan denizin monoton, yankı yapan sesi geliyordu, huzurun sesi, ebedi uyku bizi bekliyordu. Burada Yalta yokken, Oreanda da yokken bu ses vardı, öyle olmalıydı. Şimdi de o ses geliyordu ve bizlerden sonra da gelecekti.

Yukarıdaki alıntıyı öğrencilere okurken, bir yandan da çok sevdiğim bu sahneyi anlatmaya hazırlandım. Her detayın, her ifadenin üzerinde duracak ve Gurov’un benliğinin nasıl yeni bir gerçekliğe açıldığını gösterecektim. Anna’nın varlığı sayesinde, yalnızca evrenin sonsuzluğunun değil, kendi kırılganlığının ve ölümlülüğünün de farkına vardığını anlatacaktım. 

Ama olamadı. Çünkü kapı çalındı. “Buyrun,” diye seslendim sabırsız bir şekilde. Derse geç kalan öğrencilerden birinin, sessizce içeriye süzülüp boş iskemlelerden birine oturacağını düşünmüştüm. Onun yerine temiz yüzlü bir çocuğun kapıda durduğunu gördüm. Ceketinin önünü ilikleyerek, “Bir duyuru yapmak istiyorum, hocam” dedi. “Ben de ders yapmak istiyorum,” dedim ona. Her zaman bu kadar huysuz değilimdir. Ne var ki, işin ucunda Gurov’un aydınlanma anını kaçırmak vardı.

Kaşlarımı çattım, suratıma mümkün olduğu kadar korkutucu bir ifade vermeye çalıştım. Genç adam bir adım geri çekildi, ama kapıyı kapatmadı. “Lütfen hocam,” dedi bana, “Çok uzun sürmeyecek, söz veriyorum.”

Tepeden tırnağa şöyle bir süzdüm onu. Ceketini ilikleyişinde, kapının önünde tedirgin bir şekilde duruşunda ve yüzünde bu tedirginliğe hiç uymayan kararlı ifadede merak uyandıran bir şey vardı. Neden ceket giymişti ki zaten! Öğrenci milleti ceket giymezdi. Kazak, mont, palto giyerdi. Ama ceket? Sonunda merakıma yenildim. “Ne hakkındaymış bu duyuru?” diye sordum ona. “Kulüpler hakkında, hocam,” dedi. “Ne kulübü bu?” “Yeni bir kulüp, hocam…”

“Peki,” dedim sonunda bezgin bezgin, “Yap bakalım duyurunu!” Ben ona yer vermek için çekilince, içeriye girip tahtaya doğru ilerledi. Sınıfa dönüp mırıl mırıl bir şeyler söylemeye başladı. “Duyamıyoruz,” diye seslendiler. Galiba ders bölündü diye onlar da biraz sinirliydiler. Bunun üzerine bağırarak devam etti: “Arkadaşlar, biliyorsunuz, hepimiz kariyer yapmak istiyoruz, para kazanmak istiyoruz, büyük işler başarmak istiyoruz.”

Hah, diye düşündüm bunları duyunca, ceketin sırrı çözüldü: Bu oğlan herhalde ileride iş adamı olmak isteyenlerin gittiği kulüplerden birinden. Onun için böyle fiyakalı giyinmiş.

“Oysa hayatta kariyerden çok daha önemli şeyler vardır,” diyen sesini duyunca yeniden kulak kabarttım. “Hayatımızı bunlarla uğraşarak geçirmemeliyiz,” diye anlatıyordu, “İyi bir hayat bundan çok daha fazlasını hak eder.” İşler gitgide ilginç bir hal alıyordu. Kollarımı kavuşturup dinlemeye başladım. “Ben bunun için yeni bir kulüp kurdum, şimdi size internet sitesinin adresini yazacağım,” dedi sonunda ve tahtaya gayet okunaksız bir yazıyla şunu yazdı:

www.buokulunenguzelkızınıseviyorum.com

Ardından ceketinin düğmelerini çözdü, cebinden bir kırmızı gül çıkardı ve arkalarda bir yerde oturan siyah saçlı sevimli yüzlü kıza doğru ilerleyerek gülü onun sırasına bıraktı. Sınıf ve ben hayretle onlara baktık. Kız utancından gülün rengini almıştı. Oğlanın suratında ise çok ciddi bir ifade vardı. Kıza doğru eğildi, “Ben sana üç yıldır aşığım,” dedi. Sonra sert hareketlerle bir asker gibi kapıya doğru yürüdü, bana başıyla kısa bir selam verdi ve sınıftan çıkıp gitti.

O gittikten sonra sınıfa şöyle bir göz attım. Çocuklar olan bitenin etkisiyle sersemlemişti. Önünde kırmızı gülüyle mahcup bir şekilde oturan kız hariç, hepsi sorar gibi bana bakıyordu. “Dersi tatil ediyorum,” dedim onlara, “Bunun üzerine söyleyecek daha iyi bir şeyim yok.”

Geçenlerde, ceketinin cebinde kırmızı gülüyle sınıfa giren o genç adam geldi aklıma. Gizlemeye çalıştığı heyecanını, gülü masaya bırakırken yüzünün aldığı ciddi ifadeyi hatırladım. Tek bir hareketi ile, benim iki saatlik Çehov dersimden daha fazlasını anlatmayı başarmıştı. O ve aşık olduğu tatlı gülüşlü kız öğretmen olacaklardı. Daha sonra beni görmeye gelip anlatmışlardı. Oldular mı acaba? Beraberler mi hâlâ? Ne harikaydılar onlar! Ne umutlu, ne güzeldiler!

2016 senesini geride bırakırken, bu mutlu anıya dönmüş olmak şaşırtmadı beni. Bunun bombalı saldırılarda hayatını kaybeden genç insanlarla ilgisi var, biliyorum. Bir hiç uğruna görevden alınan öğretmenlerle, yakılıp yıkılan evlerine giremedikleri için açlık sınırında yaşamak zorunda bırakılan çocuklarla, bu kadar şiddete maruz kaldıktan sonra insanlık sınırında yaşamak zorunda bırakılan bizlerle. Hepsiyle ilgisi var. Korkunç bir yıl oldu bu. Kötülükler ve felaketler yılı. Bir annus horribilis.

“Güzel şeyler olacakken kötü şeyler neden olur? Bunu neden yaparlar?” demiş Rus elçinin suikastına tanık olanlardan biri.* Sakin bakışlı, yüzünden üzüntü akan bir adam bu. Sergiye katılan bir grup izleyicinin, olayın ertesinde bir köşeye büzülüp bekleyişini gösteren ve sosyal medyada uzun süre paylaşılan o meşhur fotoğrafta sağ köşede duran adam. Korkmuş gibi görünmüyor. Daha çok bitkin. Hisleri körelmiş neredeyse. Düşünceli bir şekilde uzaklara bir yere doğru bakıyor. Sorulduğunda da bunu söylemiş işte: Kötü şeyler neden olur? Ben de bir süredir bunu düşünüyorum. Güzel şeyler olacakken… Hayatımız aşk ve mutluluk ile dolacakken, neden kötü şeyler olur?

Bu yazıyı yukarıda hikayelerini anlattığım o iki öğrenciye adıyorum. Umarım aşkları ve umutları devam ediyordur. Umarım bu ülkenin girdiği karanlık dönemeç, onlar gibi güzel çocukların hayallerini kırmamış, kalplerini karartmamıştır.

Sizlere de, sevgili okuyucular, iyi bir sene diliyorum. 2017, her şeyden önce barış getirsin bize. Gençlerin bombalara ve anlamsız savaşlara kurban gitmeyecekleri; onun yerine doludizgin aşık olacakları, parklarda bahçelerde sevgilileriyle el ele dolaşacakları, bu da olmazsa en azından aşk acısı çekip kötü şiirler yazacakları bir sene olsun.
* 5Harfliler’den Duygu Aytaç, söz konusu fotoğraftaki “sağdaki adam”a ulaşmış ve onunla konuşmayı başarmış. Söyleşinin devamı için bkz: http://www.5harfliler.com/sagdaki-adam-kendi-sozleriyle/

Thursday, August 15, 2013

Medeni İnsan



“Medeni insan, kanımca, şu koşulları yerine getirenlere denir:

1) İnsanlara birer birey olarak saygı duyar ve bu nedenle her zaman hoşgörülü, nazik ve anlayışlı olurlar… Ufak tefek şeyler yüzünden sorun yaratmaz, birlikteyken size bir lütufta bulunuyormuş gibi davranmaz, ayrılırken de büyük bir skandal yaratmadan usulca giderler (...)

2) Sadece dilencilere ve kedilere değil, bütün insanlara merhamet duyarlar. Çıplak gözle görülemeyen şeyleri kalpleriyle anlar ve bunun acısını hissederler (...)

3) Başkalarının malına da saygı gösterirler. Onun için borçlarına sadıktırlar.

4) Ahlaksız değillerdir: Yalan en çok korktukları şeydir. Basit meselelerde bile yalan söylemekten kaçınırlar. Bilirler ki, birine yalan söylemek ona hakaret etmektir ve insan yalan söylediği kişinin gözünde küçülür her zaman. Medeni insanlar, asla hava atmazlar. Onlar evlerinde nasıllarsa sokakta da öyledirler, genç insanları etkilemek için saçmasapan rollere bürünmezler. (...)

5) İnsanların sempatisini kazanabilmek için, kendilerini küçük göstermeye çalışmazlar. Başkalarının ilgisini çekmenin yolu duygu sömürüsü yapmak değildir. Bu tür davranışlar basit kaba hareketlerdir, ucuz oyunlardır. Medeni insanlar böyle davranmazlar. (...)

6) Boş insanlar değillerdir. Meşhurların peşinden koşup sahte insanlar arasında zaman harcamazlar. Sarhoş bir konuşmacının elini sıkmak şerefine nail olmak ya da bir davette önemli kişilerin ilgisine mazhar olmak gibi şeyler onların ilgisini çekmez. (...) Gerçek yetenek her zaman gölgede durur, kalabalıklara karışır, sahne ışıklarından kaçar. … Krylov’un dediği gibi, boş teneke çok tangırdar. Medeni insanlar bunun farkında olanlardır. (...)

7) Yetenekleri varsa eğer, bunun değerini bilirler… Bununla gurur duyarlar… Amaçsızca zaman geçirmek yerine, bu yeteneği kullanmak ve [başkaları üzerinde] bir değişiklik yaratmak gerektiğini hisseder, bunun sorumluluğunu duyarlar. (...)

8. Estetik duygularını geliştirmek için çaba gösterirler. Medeni insanlar yalnızca temel içgüdülerine kulak vererek yaşamaz… Onlar sağlam bir vücut gibi sağlam bir zihne de sahip olmak için uğraşırlar.

Bunun başka bir çok şey daha söylenebilir. Medeni insanlar böyledir. Pickwick’i okumak ve Faust’u satır satır ezberlemek, gerçekten medeni biri olmak ve etrafındakilerden geri kalmamak istiyorsan yeterli değildir.”

Anton Çehov, Nikolay Çehov’a yazdığı bir mektuptan (Mart 1886)

Monday, October 08, 2012

Çehov'un Silahı

BirGün
7 Ekim 2012

Tiyatroda dramatik kurgunun esası olan basit bir ilke vardır: eğer oyunun ilk perdesinde bir silah gösterirseniz, o silahı bir sonraki perdede ateşlemeniz beklenir.

Bunun iki pratik faydası vardır. Birincisi, oyunun ilerleyen aşamalarından birinde silahı patlattığınızda, seyirciyi buna çoktan hazırlamış olursunuz. Seyirci ne de olsa silahı daha evvel görmüş, böyle bir şeyin olabileceğini hissetmiştir. İkincisi ise, yazarın mahareti ile ilgilidir. İyi bir yazar, daha sonra kullanmayacağı bir detayı oyunun içine yerleştirmez, anlamı gereksiz yere çoğaltıp kalabalıklaştırmaz. Bunun yerine, oyunun atmosferini kuvvetlendirecek ya da nihayetine işaret edecek ayrıntıları tercih eder.

Bu prensip ilk kez Rus oyun yazarı Anton Çehov tarafından dile getirildiği için, “Çehov’un Silahı” adıyla anılır.

Bu hafta Suriye ile yaşanan gerginliğin ertesinde, geçtiğimiz perşembe günü, TSK'nın yabancı ülkelere gönderilmesi ve görevlendirilmesine dair hükümete bir yıl süreyle yetki verilmesini öngören tezkere, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edildi.

Bunun üzerine Çehov’un silahını bir kez daha hatırladım.

Çünkü bu tezkerenin meclisten geçmesiyle beraber, Türkiye’nin Suriye ile bir savaşa girme olasılığı da ilk kez bu kadar açıkça dile getirildi. Başbakanlığın sunduğu bu tezkerede, Suriye'de devam eden gerginliğin Türkiye’nin ulusal güvenliğini olumsuz yönde etkilediği ifade ediliyor ve topraklarımıza yönelik saldırgan eylemlerin artmasına karşı tepkisiz kalınamayacağından söz ediliyordu.

AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ve diğer partililer her ne kadar bunun bir savaş tezkeresi olmadığını söyleseler de, bu cuma Başbakan’ın “Savaştan uzak değiliz” açıklamasıyla böyle bir felaketin olasılığı ile gerçekten baş başa kaldığımızı fark ettik.

Şu ana kadar yapılan açıklamalardan öyle anlaşılıyor ki, Başbakan ve AKP’liler, bu oyunun ilk perdesinde silah göstermek konusunda kararlılar. Ortadoğu’da işlerin bu kadar sarpa sardığı, ortalığın iyice ısındığı bir zamanda tansiyonu daha da yükseltecek bu hareket ne derece mantıklıdır bilmiyoruz.

Gerçi mantık, AKP hükümetinin kuvvetli tarafı olmadı hiçbir zaman. Şu ana kadar, yanlış analojiden tutun da (“içkiyi içen, gazı kullanan ödesin”), hatalı nedenselliğe (“Behzat Ç. evlilik dışı ilişkiye özendiriyor”), ya da döngüsel açıklamalara (AKP iyidir çünkü halkın partisidir ve halk iyidir çünkü AKP’yi destekliyor) kadar her çeşit mantık hatası yapıldı.

Bunca yanlış çıkarımdan sonra, bizi bir de totoloji bekliyormuş meğer. Başbakan, savaş olasılığını değerlendirmesini isteyen gazetecilere, ülke içinde ve dışında barış talebini dile getirenleri de dikkate alarak şu cevabı vermiş: “Birileri bize, ‘Yurtta sulh cihanda sulh,’ diyor. ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ sulhun egemen olduğu yerde olur. Bizim can damarımıza bastıkları yerde sulhu konuşamayız."

Yani sulhun olduğu yerde sulh olur, olmadığı yerde savaş olur diyor. Güzel. Ama söz, hiç gereği yokken yinelenip, herhangi bir ek bilgi içermeyen şekilde tekrar kullanılmasaydı keşke. Yani barış barıştır, savaş da savaş demenin kime nasıl bir faydası olabilir? Bunu anlamak mümkün değil. Başbakan genellikle yaptığı gibi, hiç tartışmaya açık olmayan ama hiç de yeni bir şey söylemeyen bir söylemle çıkıyor karşımıza.

Üstelik herkes bilir ki, barış zamanı barışı savunmaktan daha kolay bir şey yoktur. Mesele, savaşın bir olasılık haline geldiği bir durumda hala barışçıl çözümler aramak ve sorunları bu yolla çözmeye çalışmaktadır.

Görünen o ki hükümet, belki de hiç ateşlemeyeceği bir silahı oyunun daha ilk perdesinden sahnenin en görünür yerine koyarak, kısa yoldan itibar kazanmak peşinde.

Ama ya silah patlamazsa ne olacak? O itibarı yitirmeyecek mi?

Daha da kötüsü, sırf sahneye yerleştirdi ve artık geri alması mümkün değil diye silahı ateşlemek zorunda kalırsa? Ya o zaman ne olacak?