4 Kasım 2012
Julio Cortazar’ın
“Ele Geçirilen Ev” (Casa Tomada) adlı
hikayesi, yüzyılın ortalarında Buenos Aires yakınlarında büyük ve köhne bir
evde geçer. Artık orta yaşlara gelmiş iki kardeşin yaşadığı bu evde hayat
huzurlu bir şekilde devam etmektedir. Nişanlısını kaybettiği için sessizleşmiş
ve içine kapanmış olan anlatıcı ile onun hiç evlenmemiş kız kardeşi, dışarıdaki
dünyanın hoyratlığından kaçmış gibi görünürler. Ailelerinden kalan bu eski
evde, gündelik rutinleri içinde yaşamaktadırlar.
Cortazar, onların
bu sakin hayatını inandırıcı bir şekilde anlatır. Koltuğunda çayını
yudumlayarak pul koleksiyonunu gözden geçiren anlatıcıyı ve onun yanı başında
ördüğü kazakları söküp söküp yeniden ören kardeşini hemen gözümüzün önüne
getirebiliriz. Ancak bir müddet sonra, Cortazar öykülerinde genellikle olduğu
gibi, hikayenin huzurlu atmosferi dağılır. Çünkü bir gün çay koymak için
mutfağa giden anlatıcı, evin arka tarafından,
kütüphaneden mi yoksa yemek odasından mı geldiğini seçemediği garip
sesler duyar.
“Ses, sanki bir sandalyenin halıya devrilmesi ya da sesi
kısılmış bir konuşmanın cızırtısı gibi boğuk ve belirsizdi. Aynı anda ya da bir
saniye sonra, sesin bu iki odanın baktığı koridorun ucundan kapıya doğru
yaklaştığını duydum. Çok geç olmadan kendimi kapının arkasına attım ve
vücudumla destekleyerek bir itişte kapıyı kapattım. Neyse ki, anahtar bizim
tarafımızdaydı ve daha fazla güvenlik için kapıda bir de sürgü vardı. Mutfağa
gittim ve çayı ısıttım.”
Elinde çayla
oturma odasına döndüğünde, “Arka tarafı ele geçirdiler,” diye fısıldar her
zamanki gibi bir şeyler örmekte olan kardeşine. Irene bu habere şaşırmış
görünmez: “O zaman bu tarafta yaşayacağız,” der ağabeyine.
Böylece evin ön
kısmında yaşamaya başlarlar. Fakat bundan sonra öykünün yönü tamamen değişir.
Kuşaklar boyu aynı ailenin yaşadığı bu gösterişli evin son sakinleri, gitgide
kontrolü kaybeder. “Onlar” – yani ötekiler – evi yavaş yavaş ele geçirmektedir.
Önce arka taraf, sonra mutfak, ardından yatak odaları. Birer birer bütün mekanları
işgal eder ve kardeşleri oturma odasına sığınmaya mahkum ederler.
Öykünün sonunda,
anlatıcı bize kendi yaşadıkları bölümün de ele geçirildiği söyler. “Onlar” bir
anlık boşluklarından faydalanmış ve oturma odasını da alıvermişlerdir. Böylece,
iki kardeş kendilerini sokakta bulurlar. Sahip oldukları her şey evde
kalmıştır. Pul koleksiyonunu, örgü sepetini, Fransız edebiyatının nadide
örneklerinden oluşan kitap koleksiyonunu, hepsini geride bırakmışlardır. Hiçbir
şeyleri yoktur artık. En son sokakta birbirlerine yaslanmış ağlarken görürüz
onları. İki öksüz çocuk gibi.
Geçenlerde bir
arkadaşım, İstanbul’da hayatımızın bu Cortazar öyküsü tadında ilerlediğini
söyledi. Neyi kastettiğini sormam gerekmedi. Uzun süredir ben de aynı şeyi
düşünüyorum.
İstanbul’un yavaş
yavaş parsellendiği, tanıdığımız bildiğimiz her sokağın değiştirilip
dönüştürüldüğü, binaların ve kurumların sessizce ele geçirildiği bu kentte
başka türlü hissetmemiz beklenebilir mi?
Hangi birinden
bahsedeyim? Emek Sineması’ndan mı, Haydarpaşa ile ilgili planlardan mı, Radyo
Evi’nin ele geçirilmesinden mi? Yoksa başta bölgede yaşayanlardan gelen
tepkilere rağmen birkaç gün önce Taksim Projesi’ni gerçekleştirmek üzere Zambak
Sokak’a sessizce vurulan kazmadan mı?
Sadece bu hafta
içinde olanları yazsam bile galiba bu köşenin sınırlarını aşacağım. Ama,
bardağı taşıran bir son damla var ki, onun sözünü etmeden bitirmek istemiyorum.
Yakında Fatih Ormanı’nın tam ortasına 320.000 m2lik bir beton kütle
yerleştirilecek. Bunun adı “Maslak 1453”. Bu projenin arkasında, her taşın
altından çıkan Ağaoglu Holding var.
Proje
gerçekleşirse, bu kentin dokusundan, kültüründen, yeşil alanlarından bir köşeyi
daha kaybetmiş olacağız. İçinde yaşadığımız şehir yaşlı bir şehirdir. Onun
küstahça talan edilmesine göz yummuş olacağız.
Cortazar,
hikayesini kurarken “onlar”ın kimliğine dair bir şey söylemez bize. Ama
İstanbul’dakilere dair bir fikrimiz var. Şehrimizi TOKİ’lerle, çirkin
sitelerle, alışveriş merkezleriyle dolduranların kim olduğunu biliyoruz. “Kentsel
Dönüşüm” adı altında semtleri mütenalaştırıp insanları evlerinden eden,
tarihsel dokusuyla dünyanın en önemli kentlerinden biri olan İstanbul’un
silüetini gökdelenlerle kirleten, devlete ait her eski binayı lüks otel haline
getirmeye çalışan bu zihniyeti tanıyoruz.
“Onlar” şehrimizi
yavaş yavaş ele geçiriyorlar. Aynı hikayedeki gibi. Arka tarafı çoktan aldılar.
Yakında mutfağa dalacaklar. Oturma odasına girmeleri ise an meselesi.
Kabusumuz gerçek
oluyor. Bilmem farkında mısınız?
Not. Yeşilist'in bu konudaki imza kampanyası için: http://www.yesilist.com/-stanbul-uyan-kabusun-gercek-oluyor--cms