Showing posts with label Kral Lear. Show all posts
Showing posts with label Kral Lear. Show all posts

Monday, April 19, 2010

Lear'in Gölgesi


BirGün

18 Nisan 2010

Lear’in Gölgesi


Shakespeare’in ‘Kral Lear’ adlı oyununda, kralın gücünü tamamen yitirdiğini anladığı sahne çok dokunaklıdır. Topraklarını iki büyük kızı arasında bölüştüren Lear, iktidarını bütünüyle kaybeder ve çocuklarından kötü muamele görür. Bu durum ona öyle çok acı verir ki, önce kızının kendi kızı olduğundan emin olamaz, sonra da kendinden şüphe duyar: “Beni tanıyan kimse var mı burada? Ben Lear değilim herhalde. Lear böyle mi yürür? Böyle mi konuşur? Gözleri nerede? Lear ya bunadı, ya beyni uyuştu da anlayışı kalmadı. Uyanık mıyım ben? Olamaz... Biriniz söyleyemez mi bana, ben kimim?”

Lear’e cevap verme cesaretini gösteren yalnızca soytarısı olacaktır. Her zamanki hazırcevaplığıyla yine lafı gediğine koyar: “Lear'in gölgesi.”

‘Kral Lear,’ ilk bakışta yaşlanan ve iktidarını kaybeden bir adamın trajedisini anlatır. Fakat aslında bir ihanetin öyküsüdür. Shakespeare, bu sahnede ihanete uğradığımızda varlığımızın sarsıldığını söyler bize. Güvendiğimiz biri tarafından aldatıldığımız zaman, aslında kendimizi de yitiririz. Kim olduğumuzu unutur, bir gölge haline geliriz.

İhanetin türlü türlü halleri vardır. Lear, çocuklarının ihaneti ile sarsılır. Othello, Desdemona’nın kendisine sadık kalmadığından şüphe eder. Hamlet, amcasının elinde oyuncak olan arkadaşları Rosencrantz ve Guildenstern tarafından aldatılır. Hepsi kötüdür bunların. Bir bakıma hepsi aynı kapıya çıkar.

Bana sorarsanız, en fenası bir dostun ihanetidir. Çocuğunu affedebilir insan, sevgilisini terkedebilir. Ama dostuna ikisini de yapamaz. Bazan ne tümüyle affetmek mümkün olur, ne de terkedip gitmek. Bir de bakarsınız ki, gitgide solarak rengini kaybetmiş bir ilişkinin içinde kalakalmışsınız.

Her zaman dramatik sahneler yaşanmaz. Hatta çoğu kez yaşanmaz. Çarpılan kapılar, açık edilen sırlar, ya da ağır laflar gerekmez. Kimi dostlar yavaş yavaş giderler insanın hayatından. Telefonlar kesilir. Görüşmelerin arası açılır. Bir araya gelindiği zaman küçük anlamsız konuşmalar yapılır. Sonra bir gün ilk kez onun yanında sıkıldığınızı farkedersiniz. Eve döndüğünüzde ağır bir his olur içinizde. Söylenmesi gereken şeyler söylenmediği için değil. Söylenecek bir şey kalmadığı için olur bu.

Gözlerine baktığınız zaman artık o sessiz anlaşmayı görmezsiniz. Kalabalık bir masada birbirinizden uzak köşelerde oturduğunuzda, bakışlarınızla birbirinizi yakalayıp kucakladığınız, bir süre havada tutup sonra hafifçe yere bıraktığınız anları geçirirsiniz aklınızdan. Ya da aynı şeyi düşünüp güleceğinizi bildiğiniz için göz göze gelmekten kaçındığınız zamanları. En çok da hiç konuşmadan oturduğunuz ve o anlayış dolu sessizlik bölünmesin diye kıpırdamaya bile cesaret edemediğiniz geceleri.

Yalnızca ikinizin bildiği sözcükler kullanılmadıkları için yok olmuş, sadece size ait olan dil çoktan tarihe karışmıştır. Neye güleceğinizi bilemezsiniz. Neye üzülüyorsanız yalnızca sizin derdinizdir o artık. Bir yabancılık hissi gelir ve gitmek bilmez. Aranızda öylece durur. Sağır bir camın ardından bakar gibi izlersiniz onu. Kaybedilen şeyin büyüklüğü iki kez vurur sizi: hem kendi tarafınızdan, hem de onun tarafından. Onunla beraberken hep iki kişilik düşünmeye alışmışsınızdır çünkü. Her şeyi düzeltecek bir şey söylemek ister gibi yutkunur durursunuz. Ama olanaksızdır bu. O sıcaklık yok olmuş, ilişki tavsamıştır.

Halbuki gerçek bir dost varlığımızın teyididir. Onun aynasında kendimizi göremez olduğumuzda, biz de yok oluruz aslında. Dünya yabancı bir yer haline gelir. Bedenimiz bile bizim olmaktan çıkar. Bildiğimiz alıştığımız haliyle hissedemeyiz onu. Kralın umutsuzluk içinde “Lear böyle mi yürür? Böyle mi konuşur? Gözleri nerede?” demesi bundandır.

Gitgide sesler kısılır, ışık azalır. Sınırlarımız belirsizleşir, hatlarımız silikleşir. Hayatımız üzerindeki gücümüzü kaybederiz ve artık kimse bize kim olduğumuzu hatırlatmayacağı için varlığımıza dair şüphe duyarız.

En fenası bir dostun ihanetidir. Çünkü ardında kambur bir gölge bırakır.

Sunday, February 28, 2010

Ak sakallı dede


BirGün

28 Şubat 2010

Ak sakallı dede denince, herkes gibi ben de, insanın rüyasına girip bilmece gibi laflar eden melek yüzlü yaşlı adamları düşünürüm. Aslına bakarsanız, rüyalarımda bile biraz çekinirim onlardan. Hemen toparlanasım, ayağa kalkıp özür dileyesim gelir. Neden özür dilediğimi bilmesem bile.

Bu tedirginliğim, korkudan değil saygıdan olsa gerek. Çünkü bilge adamlardır bunlar. Bu dünyada bunca vakit geçirdiklerine göre, bu vakti iyi değerlendirdiklerini düşünürüz. Onlara itibar eder, yer açar, güven duyarız. Anlayışlı ve sevecen olduklarını varsayarız. Bilgelik bunu gerektirir. Değil mi ki, bunca tecrübeyi geride bırakmış, bizim gitmediğimiz yollara gitmiş, henüz tabi tutulmadığımız sınavlardan geçmişlerdir.

Oysa, her sakallı aynı olmuyor belli ki.

Geçen gün, bir kaç öğrencimle üniversite civarındaki simitçilerden birinin önüne yayılmış çay içerken, camiden çıkan yaşlılardan biri yanımıza yanaştı. İlk bakışta, nur yüzlü bir adam. Tam rüyalarınıza girecek türden biri. Bir şey mi soracak acaba diye yerimden kalkacak gibi oldum. Fakat o, kızlardan birine yaklaştı. Kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Duyamadık. Tekrarladı. Hem de avazı çıktığı kadar bağırarak: “O içtiğin zıkkımın tadı güzel mi bari?” Öğrencim renkten renge girdi. Elindeki sigarayı nereye koyacağını şaşırdı. Dedesi yaşında bir adama terslenemeyecek kadar edepli olduğu için, kibarca bir şeyler söyleyip konuyu kapatmak istedi. Ama o böyle davrandıkça, adam gemi azıya aldı. Ona biraz daha söylendikten sonra sıradakine geçti. Bu seferki, uzun saçlarını arkasında toplamış bir oğlandı. Elini attığı gibi, çocuğun at kuyruğuna yapışıp çekiştirmeye başladı.

Anlaşılan, bizim nasibimize korkulu rüyalara giren cinsten bir ak sakallı dede düşmüştü. Üstelik öyle kolay pes edeceğe de benzemiyordu. Öyle sıradan gidiyordu. Elbet benim de sıram gelecekti. Bekliyordum. Çocuklara yaptıklarını izlerken, asfalyalarım atmış, bu adamın bir sene boyunca göreceği bütün kabuslarda yer alacak şekilde davranmaya karar vermiştim. Ak sakallı dedeler adabı değiştiğine göre, rüyalarla ilgili kuralları da gözden geçirmenin zamanı gelmişti belki de. Hep onlar mı bizim rüyamıza girecekti?

Fakat sıra bana gelemeden, bu manzaraya şahit olan garson dışarı çıkıp adamı püskürttü ve ak sakallı dedenin toplumu düzeltme faaliyetleri de böylece nihayete ermiş oldu. En azından o gün için. Bu durumda, adamın kabuslarına ayırttığım sezonluk bileti gönülsüzce de olsa iptal etmek zorunda kaldım. Ama öfkem geçmedi.

Öğrencilerimden ayrıldıktan sonra oturup düşündüm. Sokakta hiç tanımadığı birinin saçına yapışma cürretini gösteren, bir diğerinin hayatına böyle fütursuzca dalabilen bu insanlar nereden çıktı? Eskiden onaylamaz bakışlar atarak ya da dillerini şaklatarak geçerken, şimdi aradaki mesafeyi nasıl olup da aşıyor ve başkalarına ellerini uzatabiliyorlar?

Sonra farkettim ki, sınırlar bir kez aşıldıktan sonra, sokakta birinin saçına yapışmaktan onu ateşe vermeye kadar giden yol çok da uzun değildir aslında. Bu adamın yirmi sene önceki halini hayal ettim: Sivas’ta Madımak Oteli’ni kundaklayanlar onun gibilerdi. Otuzbeş kişi alevler içinde çırpınarak ölürken, onları keyifle seyreden o korkunç kalabalığı hatırladım. Dışarıda ellerinde sopalarla yangından kurtulanları linç etmek için bekleyenler, öğrencilerimi tartaklayan bu yaşlı adamla aynı duyguyu paylaşıyorlardı. Kendilerine benzemeyene haddini bildirmek arzusundaydılar.

Üstelik, bu adam gibi, onlar da bunu erdem sayıyorlardı.

Oysa erdem, kişinin iradesini başkaları yerine kendisi üzerinde kullanmasıdır. Yaşamdan öğrenilmesi gereken ötekini değil kendini terbiye etmektir. Bilgeliğin esası da budur aslında.

Ve soytarısının Kral Lear’e söylediği gibi, bilgeleşmeden yaşlanmamalıdır insan.