24 Temmuz 2011
BirGün
“Bir yaratık vardır ki tamamen zararsızdır. Önünüzden geçerken neredeyse görmezsiniz onu, sonra da hemen unutursunuz zaten. Ama gizlice kulağınıza yerleşir yerleşmez orada büyümeye, tabiri caizse yuvalanmaya başlar, hatta öyle vakalar görülmüştür ki tamamen beyne nüfuz etmiş ve bu organı mahvedecek kadar yayılmıştır – tıpkı köpeklerin burnundan girerek ilerleyen parazitler gibi.
Bu yaratık insanın komşusudur.”
Buradaki komşularımla pek görüşmemiş olsam da, eve dönmemize pek az zaman kaldığı şu günlerde hayretle fark ediyorum ki, onları da yanımda götüreceğim. Yüzlerini değilse bile seslerini. Alt kattaki İranlı komşumuzu düşünüyorum. Ya da onun karşısında oturan Korelileri. Onlar ve diğerleri. Hepsi kulağıma yuvalandılar. Oysa ilk başta ne kadar zararsız görünüyorlardı, Rilke’nin yukarıda söylediği gibi.
Ne garip müessesedir şu komşuluk! Batı’da belki Doğu’da olduğundan bile acayip. Sürekli bir gülümseme ve selamlaşma hali. Ama ondan ötesi hak getire. Hani bir akşam da birisi kalkıp üç beş mücver, azcık tatlı, komşuluk hakkı için bir gıdım reçel falan getirsin? Ya da kapı önüne bir sandalye atıp iki çift laf etsin? Yok öyle bir şey. Varsa yoksa hep bir hal hatır sorma, özür dileme, yol verme. Ama sorsanız kimse birbirine dair gerçek tek bir şey bilmez. Hatta adını bile.
Belki biraz da bu nedenle, bizim apartmanda hayat görüntülerden çok seslerden oluşuyor benim için. Her akşam merdivenleri tırmanırken bu sesleri dinliyorum. Adımlarım halıyla kaplı ahşap zeminde boğuk boğuk yankılanıyor. Yeşil sert bir halı bu. Sesi tamamen yutmuyor. Birinci katta tetikteyim. Basamaklardan biri bedenimin ağırlığı altında sitemle gıcırdıyor. Yaşlı bir apartman bizimki. Yüzyılın başından kalma. Yukarı çıkarken dikkatli olmaya çalışıyorum. Ama işte hep aynı yerde, aynı basamak illa ki gıcırdıyor.
İkinci kata ulaştığımda, komşunun köpeği zıp diye kapının arkasında bitiveriyor. Bezgin bezgin bir iki kez havlıyor. Muhtemelen adet yerini bulsun diye. Küçük sinirli bir hayvan. Ama her gün kim bilir kaç kişi geçiyor o kapının önünden. Onun için asabiyetten çok görev duygusuyla hırlıyor galiba. Bazen onu kızdırmak için kapının önünde biraz miyavlıyoruz. Tamamen görev duygusuyla tabii.
Sonra tam tırabzana abanıp bizim kata doğru yaylanacakken, Korelilerin dairesinden gelen sesleri duyuyorum. Genellikle oğluna talimatlar veren genç annenin sesi geliyor. Kadını ürkütücü buluyorum. Kill Bill’deki kalabalık dövüş sahnesinden fırlamış gibi görünüyor. Onu elinde bir gürzle hayal ediyorum. Bir de hep emir kipiyle konuşuyormuş gibi geliyor bana. Sesini duyduğumda hazırola geçmek istiyorum. Oğlu da öyle yapıyor sanırım. Küçük elektrikli arabasıyla oynamadığı zamanlarda. Araba traş makinesi gibi ses çıkarıyor. Biteviye vızıltısı çekilir gibi değil.
İranlı komşumuz bir yönetmen. Saçı başı dağınık derbeder bir adam. Ahşap zeminde çıkardığımız ayak seslerinden rahatsız oluyor olsa gerek ki, arada bir galeyana gelip süpürgenin sapıyla tavanı dövüyor. Biz de topuk vurarak cevap veriyoruz çaresiz. Sonra koridorda karşılaştığımızda birbirimizi kahve içmeye davet ediyoruz. Hiç bir şey olmamış gibi. Orta Doğuluların anlaşmak için kendilerine has bir dillerinin olması rahatlatıcı tabii. Aynı sorunu bir Amerikalıyla -- ya da Allah korusun bir Avrupalıyla --- yaşıyor olsaydık, Flamenko’ya karakolda devam etmemiz gerekebilirdi.
Flamenko dedim de aklıma geldi: bazen güzel havalarda, alt kattaki oğlanın içtiği sigaranın kokusuyla beraber çaldığı bas gitarın sesi de odamı dolduruyor. Pek iyi sayılmaz gerçi. Bir ara onu susturma hayalleri ile oyalandım ama sonra bu karanlık düşüncelerden vazgeçtim. Çocuk çok çalışıyor çünkü. Geçen gün bir soloyu baştan sona hatasız çaldı. Oysa geldiğimizde böyle miydi? Anlaşılan zamanla her şey gelişiyor. En karanlık düşünceler bile.
Komşular da işte kulağımızda gelişip büyümüşler. Biz farkına varmadan. Belli ki giderken onları yanımızda götüreceğiz. Bense geride bırakmak isterdim. En azından bazılarını.
Ama neyi gerçekten geride bırakabilir ki insan?
Showing posts with label Malte Laurids Brigge. Show all posts
Showing posts with label Malte Laurids Brigge. Show all posts
Sunday, July 24, 2011
Komşu
Etiketler:
komşu,
Malte Laurids Brigge,
Rainer Maria Rilke
Thursday, May 19, 2011
Kesinlik

BirGün
15 Mayıs 2011
Her dönem finaller yaklaşırken “kesinlik” konulu garip konuşmalar yaparken bulurum kendimi. Bu dönem ders vermiyorum ya, bir eksiklik hissettim. Buymuş meğer.
Öğrencilerimin bazıları, bütün dönemi hayhuyla geçirdikten sonra tam bu aralar kapımda boy göstermeye başlarlar. Notlarını düzeltmek için fikir almak isterler. Ben de genellikle daha önce yazdıkları şeylerin üzerinden geçer, hatalarını göstermeye çalışırım. Hatta bazen daha iyi yazmış olanların kağıtlarından örnekler de veririm. Sonunda korktuğum soru gelir: “Hocam, böyle yazsam garanti iyi not alırım, di mi?”
Ben bu “garanti” lafından her zaman biraz irkilirim. Böyle şaşmaz bir durumun söz konusu olmadığını anlatmaya çalışırım her seferinde. Hayatta böyle bir kesinlik var mıdır ki, bu dersten de aynısını bekliyorlardır? Bunu anlatmaya çalışırım. Ama çok gençtir benim öğrencilerim. Hayatı bir at gibi diledikleri yöne doğru sürebileceklerini düşünecek kadar toydur çoğu. Aksilikleri ve belirsizlikleri dikkate almak istemezler.
Geçenlerde “Malte Laurids Brigge’nin Notları”nı karıştırırken, onların kesinlik konusundaki bu ısrarını hatırladım.
Rainer Maria Rilke daha çok bir şair olarak tanınır. “Malte Laurids Brigge’nin Notları” onun tek romanıdır. Bir tane daha yazmasına da gerek kalmamıştır zaten. Bunu bir iki sayfa okuduktan sonra hemen anlarsınız. Roman, yüzyılın başında Paris’te yaşayan Malte’nin ağzından aktarılan bir güncedir aslında. Bize çocukluğunu, korkularını, kadınlarla tanışmasını ve en çok da “hepimiz onu içimizde taşırız, tıpkı bir meyvenin çekirdeğini taşıması gibi” diye tarif ettiği ölümün değişik yüzlerini anlatır.
Bunlardan biri de babasının cenazesiyle ilgilidir. Mesafeli bir dille anlatılmış çılgınca bir sahne. Defin töreni başlamadan önce Malte garip bir uygulamaya şahit olur. Kapıda peydah olan iki hekim, vasiyette de belirtildiği üzre son bir görevi yerine getirmek üzere geldiklerini söyler ve odaya girip ölünün kalbini metal bir cisimle delerler. Anlaşılan, 19. yüzyılda kalbin sivri bir cisimle delinmesi, benim sandığım gibi bir tür vampir çıkarma ayini değil, o dönemde birinin canlı olarak gömülmediğinden emin olmak için izlenen yollardan biridir – ikisi de aynı kapıya çıkmıyorsa tabii. Her halükarda, kati netice isteyenler için bulunmaz bir yöntem.
“Kalbin Delinmesi” adlı bu garip bölümün sonunda Malte, babasının hayatı boyunca arayıp da bulamadığı kesinliğe böylece kavuştuğunu söyler.
Bu sadece onu değil, kitabın okuyucuları olarak bizi de yakından ilgilendiren bir meseledir aslında. Hepimiz hayatımızın büyük bir kısmını bu kesinliği talep ederek geçirmez miyiz? Her dönem sonunda kapımı çalan öğrenciler gibi, sağlam yollardan gitmeyi, garantisi olan işler yapmayı, her zaman netice alacağımızdan emin olmayı istemez miyiz?
En çok da bilmek isteriz aslında. Her şeyi. Hoşlandığımız kişinin bizi sevip sevmediğini, bir işi alıp alamayacağımızı, ertesi gün evimize sağ salim dönüp dönemeyeceğimizi. Her zaman bilmek isteriz. Ama elimizden gelen çaba göstermek ve beklemek olur genellikle. Bazen de inanmak ve umut etmek.
Malte’nin babasına gelince, roman boyunca katılığının izlerini gördüğümüz bu sert yaradılışlı askerin belirsizliklerden nefret ediyor olması şaşırtmaz bizi. Yaşadığı sürece peşinde koştuğu kesinliği ancak ölümde bulmuş olması acıklıdır elbette.
Yine de asıl dokunaklı olan onu bulduğunda bilemeyecek durumda olması değil midir? Malte’nin babasının hikâyesinde bizi asıl etkileyen budur belki de. Kendi ölümüne bile sahip çıkmak isteyen bu adam, kesinliği hiç bir zaman tecrübe edememiştir aslında. Çünkü ölüm geldiğinde, yani kesin olan sahneye çıktığında, o sahneyi çoktan terketmiştir yazık ki.
Garip olduğu kadar etkili. Unutulacak bir hikâye değil.
Bu bölümü okurken, bir kez daha düşündüm: acaba öğrencilerime bundan bahsetsem nasıl olur? Yani mesela final zamanı kapımı çalanlara ya da dönem başında dersin geçme garantisi olup olmadığını soranlara doğrudan “Malte Laurids”i ve kalbin delinmesi hikâyesini anlatsam?
İçimde netice alabileceğime dair bir his var. Sadece bir his.
Subscribe to:
Posts (Atom)