Showing posts with label Nadire Mater. Show all posts
Showing posts with label Nadire Mater. Show all posts

Tuesday, October 25, 2011

Meçhul Vatandaş


BirGün
23 Ekim 2011

Upuzun bir yazı yazmıştım. ‘Mehmedin Kitabı’ndan alıntılar vardı içinde. Nadire Mater’in harika işlerinden biridir o kitap. Güneydoğu’da savaşmış askerlerin tanıklıkları ile doludur. Bir kere okuyunca unutamazsınız.

O bile kurtaramadı yazdıklarımı. Hepsini sildim. Ne dediysem hep sathi, sahte ve anlamsız göründü. Klişelerle dolu bir sürü laf.

Her gün sürüsüyle yazılıyor böylesi.

Herkes gibi ben de kötü bir hafta geçirdim. Hakkari’de öldürülen 24 çocuğun hayaleti ile birlikte.

Peşimde onlarla caddelerde yürüdüm, parklardan geçtim. Her zaman gittiğim lokantaya uğrayıp tavuk çorbası içtim. Onlar gazetelerden, televizyon görüntülerinden bana bakarken boğazımdan geçmedi. Akşam pantolonumu sandalyenin üzerine asıp pabuçlarımı yatağın ucuna bıraktığımda hala oradaydılar. Aklımda onların hikayeleri ile yatağa girip yorganı üzerime çektim.

Evine dönemeyen bir sürü çocuk. Hepimizin başucunda uykumuzu bekleyen 24 ölü çocuk.

Bununla beraber yaşayabilecek miyiz?

Dışarıdan gelen sesleri dinledim bütün hafta. Sloganlar, lanetlemeler, bağırış sesleri. Sabahları arabalarına atlayıp korna çalarak sokakları dolaşan protestocuların arasından geçip derse gittim.

Vatandaştılar. Öfkeliydiler. Daha çok savaş istiyorlardı.

Oysa ölenler onların çocuklarıydı.

Sınıfa girdiğimde, etrafımdaki genç yüzlere bir bir baktım. Hakkari’de öldürülen askerlerle aynı yaşta oldukları geldi aklıma. Eve döndüklerinde onları karşılayan kardeşlerini, hastalandıklarında sırtlarına havlu ısıtıp koyan annelerini, akşam dışarı çıkacakları vakit ‘Harçlığın var mı?’ diye soran babalarını düşündüm.

Sokakta korna çalanlar belki de onlardı.

Mailleri, mesajları, insanların beğenip birbirlerine yolladıkları yazıları okudum. Hepsi kendinden emindi. Çoğu daha fazla kan istiyordu. Bazıları çıkıp intikam alacağız, diyordu.

Halbuki bunlar bir zamanlar barıştan söz eden insanlardı. Birbirine barış çiçekleri böcekleri yollayanlar, güvercinler falan gönderenlerdi. Aralarında arkadaşlarım vardı. Tanıdığım insanlar. Tanıdığımı sandıklarım. Çiçek çocuğu şarkıları söyleyenler vardı. Yurtta sulh, cihanda sulh, diyenler vardı.

Barış zamanı barıştan söz etmek kolaydı tabii. Zor olan savaş zamanında barış istemekti. Bu da arabaya atlayıp kornaya basmaya benzemezdi. Profil resmini değiştirip kan damlayan silah fotoğrafı koymaya benzemezdi.

Savaş zamanı barış istemek, yatağın başucuda bekleyen hayaletlerin yüzüne bakmaya cesaret etmek demekti.

Bunu düşününce aklıma Auden’ın bir şiiri geldi:

“Modern birinin ihtiyacı olan her şeye sahipti aslında,
Bir gramofon, bir radyo, bir buzdolabı, bir de araba,
Kamuoyu araştırmalarına göre her zaman makul bir adamdı,
Barış varken barıştan yana oldu; savaş zamanı, gidip savaştı.”

Şiirin adı “Meçhul Vatandaş”tı.

Tuesday, December 08, 2009

Anlatılan senin hikayen midir?


BirGün/ 15:07 20 Temmuz 2009

Neşe Yaşın’a hayranlığım oldukça eski sayılır. Onbeş sene kadar önce, SÖZ dergisinde yazdığı zamanlara dayanıyor. O dönemde ‘Barış Açısı’ adlı köşesinde hepsi birbirinden güzel yazılar yazıyordu. fiimdi de benim gazetemde, aynı akıllı ve zarif yazıları yazmaya devam ediyor.
17 fiubat 1996’da SÖZ’de çıkan bir yazısını atmaya kıyamamış ve altına tarih düşerek saklamışım. Gazete kupürlerini kesip saklamak gibi bir adetim yoktur. Bu yazı ile (yine bir kitabın arasında) karşılaşınca, onu neden bu kadar önemseyip sakladığımı hatırladım. fiöyle diyor:
“Sanki hiç özel hayatları yokmuş gibi konuşurlardı. O gün bir sevgiliden ayrılmamışlar; anneler ve babalardan ötürü ve onlarla birlikte acı çekmemişler; sanki ev sahibi kapıya dayanmamış; sanki kırgınlıklarla çırpınışlarla dolu o geceyi yaşamamışlar; sanki aşk ya da yalnızlık diye bir şey yok; sanki ruh üşümüyor ve ten acı çekmiyormuş gibi…”
Kimdir bunlar? Parlak sözlerin havada uçuştuğu siyasi toplantılarda salonları dolduran erkekler. O dönemdeki siyasi geleneğin bir uzantısı olarak, kişisel hikâyeleri yok sayanlar. Özel hayatın dile gelmesinden kâbus gibi korkanlar. Sözlü tarih, anı paylaşımı, kişisel tanıklıklar söz konusu olduğunda bile soyut kavramların arkasına sığınarak konuşan, kendilerini ele vermeden hikâyelerini nakletmek isteyen abilerimiz, arkadaşlarımız, sevgililerimiz.
Politik olanla kendi yaşamımız arasında bir bağ kurmaya teşebbüs ettiğimizde biz kadınları kimi zaman püskürterek, ama çoğu kez de görmezden gelerek durduranlar. Siyasi alanın “koduna, ifade biçimine ve ses tonuna” uymadığımız, orada talep edilen erkeksi duruşu benimsemediğimiz zaman bizi dinlemeyenler. Kısacası, “özel” olanla “toplumsal” olan arasına aşılmaz bir duvar örenler.
Neşe Yaşın’ın onüç sene önce yazdığı bu yazı, şimdi olduğu gibi o zaman da, bana lisede ceketimin kıvrımlarıyla oynayarak tenefüs zilinin çalmasını beklediğim sıkıcı dersleri hatırlattı. Sonraları üniversitede dahil olduğum siyasi toplantıların da bundan pek farkı yoktu çünkü: ağır bir hava, müthiş bir entelektüel kesafet ve kişisel olana hiç dokunmadığı için her zaman biraz soyut kalan konuşmalar, konuşmalar, konuşmalar…
Bu toplantıları dinlerken (dinlerdim ben, bir şey söylemek konusunda pek iştahım kalmamıştı), bütün bu adamları şu uzun uzun konuşmaları yapmadan önce bugün başlarına gelen bir hikâyeyi anlatmaya zorlasak, nasıl bir sonuç alırız acaba diye düşünürdüm. Hani şöyle, bu sabah evden çıktım, otobüse en son ben bindim çünkü takip edildiğim hissine kapıldım gibi bir endişe anını anlatsalardı mesela. Kiminin çantasından konuşma notları yerine kazara çocuk bezi çıksaydı (çünkü bazılarının çocukları vardı), bir diğeri başkalarının önünde sevgilisinin saçını okşamaya cesaret etseydi, ne bileyim…
Kısaca söylemek gerekirse, benim için mesele, erkeklerin tartışmasız hâkimi olduğu siyasi alanda var olmaya çalışan kadınların durumunu mütalaa etmekten falan çıkmıştı artık. Daha çok erkeklerin durumuna kafa yorar hale gelmiştim. Neşe Yaşın’ın yazısını da bu nedenle kesip saklamış olmalıyım. Her zamanki incelikli tahlillerinden birini yapıyor, bir yandan kadınların dilsizliğini anlatırken, bir yandan da erkeklerin gürültülü varoluşları altındaki garip sessizlikten dem vuruyordu. Esas hikâye neredeydi? Neşe Yaşın aslında bunu soruyordu.
Öyle görünüyor ki, tam onüç sene sonra Nadire Mater ‘Sokak Güzeldir - 68’de Ne Oldu?’ adlı kitabıyla bu soruya yanıt veriyor. 68 hareketini bambaşka bir yerden, kişisel hikâyelerden yola çıkarak anlatıyor, anlattırıyor. Böylece, çoğu erkek olan anlatıcılarını da, ‘özel’ olana, yani başka bir deyişle, daha kadınca bir dile ve bakışa yönlendiriyor. Kitaptaki anlatılarda konuşan 6 kadın, dönemin fazlaca erkek tutumuyla hesaplaşırken, Mater’e göre “yılın ses getiren eylemlerinin liderleri arasında olan 15 adam” da, 68’i kendi kişisel deneyimleri ve tanıklıkları üzerinden anlatıyorlar. Yani yalnızca nasıl bir dünya istediklerini değil, günahıyla vebaliyle nasıl bir hayat yaşadıklarını da anlatma cesaretini gösteriyorlar.
Dünyaya dair kurgularını kendi yaşamları üzerinden anlatanlar kadar, onları böyle bir bakış açısına sevkettiği için Nadire Mater’i de kutlamak lazım.