Showing posts with label boğaziçi üniversitesi. Show all posts
Showing posts with label boğaziçi üniversitesi. Show all posts

Wednesday, November 17, 2010

Velev ki yürüdük...



BirGün
14 Kasım 2010

Bu hafta bir değişiklik yapıp kitaplardan söz etmeyeceğim. Edebiyat yazısı bekleyen okurlardan özür dilerim. Beni bir hafta idare etsinler.

Geçenlerde Boğaziçi’nde yaşananlar beni çok üzdü. Bilmeyenler için söyleyelim, 5 Kasım cuma günü Başbakan Erdoğan bir açılış törenine katılmak üzere Boğaziçi Üniversitesi'ne geldi. Gelir gelmez de öğrencilerin hükümetin eğitim politikasını eleştiren pankartlarıyla karşılaştı. Buraya kadar her şey normal. Ama bundan sonrası tamamen kontrolden çıkıyor ve Başbakanın ziyareti 100 kadar öğrenciye 500 polisin müdahale etmesiyle sonuçlanıyor. YÖK'ün kuruluşunun yıldönümüne yakın bir tarihe rastgeldiği için protestolar her zamankinden daha da hararetli geçmiş olabilir. Ama ne olursa olsun böyle bir tahammülsüzlüğü anlamakta zorluk çekiyorum.

Ayrıca böyle bir tarihe denk gelmeseydi bile, Başbakan’ın üniversitelerde protesto edilmesine şaşıracak mıyız? YÖK konusundaki politikası göz önüne alındığında, hiç sanmıyorum. Erdoğan 2002 seçimlerinden önce yayınladığı parti programında “YÖK' e çözüm getireceğiz” diyordu. O zamanlar Erdoğan’ın şunu kastettiğini sanmıştım: İhtilalin alameti farikalarından biri olan ve öğrenciliğimden bu yana akademinin canına ot tıkayan bu kurum sonunda ortadan kaldırılacak ve yerini daha demokratik bir işleyişe bırakacaktı. Oysa hepimizin malumu, olaylar böyle gelişmedi. AKP hükümeti, YÖK’le ve onun temsil ettiği zihniyetle hesaplaşmak yerine, bu kurumu ele geçirip kendi bildiğince kullanmayı tercih etti. Başbakan’ın başından beri çözümden anladığı bu olabilirdi tabii. Orasını çok iyi bilemiyorum.

Aslında öğrencilerin de gayet iyi farkında olduğu şey şu ki, hükümet YÖK’e sahip çıkıyor. Uzun vadede, üniversiteleri özerk kılacak bir yapılanmaya gitmek yerine, daha da merkezi hale getirecek şekilde bir düzenleme öngörüyor. AKP bu konuda taviz verecek gibi görünmüyor. Çünkü YÖK’ün ellerinin altında olması yüksek eğitimle ilgili bütün meselelere 1-0 galip başlamalarını sağlıyor. İşte bu garip kurumu dokunulmaz kılan da bu. Öyle ki, o muhalefetli anayasa referandumunda birçok başka şey tartışmaya açılırken YÖK masaya bile getirilmiyor.

O zaman öğrencilerin, hükümetin YÖK'le ilgili 'çözümünü' yeterli bulmamasına şaşmamak lazım. Onlar başka birçok üniversitede olduğu gibi, Boğaziçi'nde de başbakana bu konudaki sözünü hatırlatmak için meydana çıktılar. Aslına bakarsanız, bunu yaparak Erdoğan'a lafını etmekten hiç bıkmadığı demokratlığını göstermesi için bir şans daha verdiler. Fakat Başbakan bu fırsatı iyi kullanamadı. Öğrencilerin eleştirisi ile yüzleşip okuldan barışçıl bir şekilde geçip gitmek varken, meydana kolluk kuvvetleriyle girmeyi tercih etti ve kendisini onaylamayan her düşünceyi kaba güçle sindireceğinin işaretini verdi.

Başbakan Erdoğan ve beraberindeki bakanlar o gün Boğaziçi Üniversitesi’ni dışarıdan getirilmiş çeşitli resmi ve sivil emniyet güçleri tarafından adeta 'teslim' almak yerine, Güney Meydan’ı öğrencilerin pankartları arasından yürüyüp geçselerdi, hatta daha da iyisi, onların attıkları sloganlara kulak verselerdi, belki bu ülkede bir değişiklik yaratabileceklerinin işaretini vermiş olurlardı.

Eğer üniversitenin sokak ve meydanları öğrencilere ve öğretim üyelerine yasaklanıyorsa, hükümete olan eleştirilerini pankart ve sloganlarla dile getirmek isteyen öğrenciler tartaklanıp ablukaya alınıyor ve üzerlerine biber gazı sıkılıyorsa, o zaman benim üniversite öğrencisi olduğum ihtilal yıllarından bu yana pek bir şey değişmemiş demektir.

Oysa her fırsatta değişimden söz ediyor Erdoğan. İfade özgürlüğünden ve demokratik haklardan dem vuruyor. O zaman onun lisanıyla söyleyelim: Velev ki eğitim politikasından memnun değiliz! Velev ki yürüdük!

Üstümüze emniyet güçlerini salacaksa, o zaman bu söylediklerine dair bir kez daha düşünmek isteyebilir. Başbakan, bunların lafını etmeden önce, siyasi tahammülün demokrasinin gereği olduğunu hatırlamalı.

Tuesday, December 08, 2009

559 C


BirGün/ 13:43 12 Nisan 2009

Öğrenciliğimden beri aynı otobüse biniyorum. 559 C Taksim-Hisarüstü otobüsü, okuldan ayrı kaldığım birkaç seneyi saymazsak neredeyse yirmibeş senedir beni bu iki nokta arasında taşıyıp duruyor. 559 C’nin hayatımda özel bir yeri var. Bu otobüsü beklerken geçirdiğim zamanları uç uca eklesek, uzunluk açısından dört beş yaşlarındaki bir çocuğun ömrüne, yoğunluk açısından da Werther’in Lotte’ye duyduğu aşka falan denk gelir diye düşünüyorum. Bir de üzerimdeki etkisi var tabii. Başka hiç bir şeyle karşılaştırılamaz. Onu nerede görürsem göreyim binmek isterim mesela, o anda ne yaptığım nereye gittiğim tamamen önemsizleşir. Derhal otobüse atlayıp pencere kenarında bir yer kapmak ve kitabımı açıp koltuğa gömülerek okumak isterim.
559 C, istanbul’daki birçok hattın aksine, insanların bolca okuduğu bir otobüstür. Neredeyse tümüyle öğrencilerle dolu olduğu için, hemen hemen herkesin elinde bir kitap görebilirsiniz. Arada bir, sevdiğim romanlardan biri gözüme ilişir. Romanı sanki ben yazmışım gibi sevinirim. Bir süre okuyanın yüzündeki değişiklikleri izlerim. Sıkılmış mı, beğenmiş mi, heyecan mı duyuyor anlamaya çalışırım. Bazen hangi bölüme kadar geldiğini görebilmek için uzanıp okuduğu sayfaya şöyle bir göz atmak isterim. Başkasının kitabını okumaya çalışırken defalarca yakalanıp utandığım vakidir.
Yine de 559 C ile seyahat etmenin en keyifli tarafı budur, çünkü sürprizlerle dolu bir otobüstür. Orada her türlü kitaba rastlamak mümkündür. Onun için, otobüste yanımda oturanın ne okuduğuna her zaman bakarım. Onun elindeki kitabın ne olduğuna bağlı olarak, kimi zaman hayal kırıklığıyla kendi romanıma geri dönerken, kimi zaman da için için sevinirim. Nadiren de olsa, biri elinde öyle bir kitap tutuyordur ki, yıllardır görmediğim eski bir dostumla karşılaşmış gibi olurum. Boynuna atlayıp onu kucaklayasım gelir.
Böyle garip bir âdetimin olmasını yadırgayanlar olacaktır. Ama ben bunu meraktan çok duygudaşlığa bağlıyorum. Hayatınızı değiştirmiş, size yön vermiş, dünyayı başka bir gözle görmenizi sağlamış bir kitabı okuyan birini gördüğünüzde hissettiğiniz şey tam da bu değil midir? Onu senelerdir tanıyor gibi hissetmez misiniz? Öyledir de gerçekten. Tanıyorsunuzdur aslında. Aynı kitapları seven insanlar kardeş sayılırlar çünkü. Bir tür harf kardeşliğidir bu.
Ama bütün kardeşlikler gibi bunun da kendine göre incelikleri vardır. Öncelikle kardeşleri hoş tutmak gerekir. Yani, kitabına göre bir okuyucu hayal etmek ve ona göre davranmak lazım gelir.
Romanlarındaki gerilimli atmosferi arzu edilmeyen yakınlıklar üzerinden kuran Patricia Highsmith’i okuyan birine , ‘Merhaba, ben de bu yazarı çok severim, onun için tanışmamız gerektiğini düşündüm’ diyerek yaklaşırsanız, muhtemelen sizi densizliğinizle başbaşa bırakacak ve dudağının kenarında müstehzi bir gülücükle romanına geri dönecektir. Highsmith okuyan biri yabancılarla asla konuşulmaması gerektiğini bilir. Dostoyevski okuyan birini yeri geldiğinde kucaklayabilirsiniz. Oysa, elinde ‘Varlık ve Zaman’ı tutan birine elbette destursuz yaklaşamazsınız. Hatta uzak dursanız iyi olur. O kitapla otobüse binecek cesareti gösterdiyse, herhalde gerçekten okumaya niyetlidir. Birisi, ‘Savaş ve Barış’ı okuyorsa, o uyuyakalmadan, siz başının altına bir kazağı yastık yapıp yerleştirmek isteyebilirsiniz. Tolstoy iyidir, ama yazmaya başladığında durmayı bilmez.
Kurt Vonnegut okurken gülmeyen biri düpedüz deli sayılabileceği gibi, Thomas Hardy okurken gülen birine de şüpheyle yaklaşmak gerekir. Hardy büyük bir yazardır ama mizah duygusuyla ünlü değildir. (Otobüsteki komşunuza gelince, bir kez daha dikkatle baktığınızda göreceksiniz, elinde ‘Tess’i tutuyor olabilir, ama büyük ihtimalle onun arasına ‘şampiyonların Kahvaltısı’nı yerleştirmiş, onu okuyordur. Gülüp durması bundandır.)
Thomas Bernhard okuyana dokunmayın, cümlesini bölmek istemezsiniz. Bilge Karasu okuyan birine manalı manalı bakmanız yeterli olacaktır. O sizin ne demek istediğinizi anlar. Sadık Hidayet okuyana aynısını yapmanızı önermem. O sizi anlamayacaktır. ikiniz de ‘Kör Baykuş’u okuyor olabilirsiniz ama bu en iyi ihtimalle Hidayet’i anlayacağınız anlamına gelir, birbirinizi değil.
Eğer ‘Ulysses’ okuyan birini gördüyseniz, o zaman 559 C’nin koyu kırmızı koltuklarından birinde uyuyakaldınız demektir. Çünkü belediye otobüsünde bu kitabı okuyan olsa olsa Oğuz Atay’dır ve rüyanızda size muzipçe göz kırpmaktadır.