Showing posts with label okuyuculuk. Show all posts
Showing posts with label okuyuculuk. Show all posts

Sunday, January 16, 2011

Uykusuzluk


BirGün
16 Ocak 2010

James Joyce tamamen delice bir fikrin peşinde koşarak neredeyse okunamaz bir roman olan ‘Finnegans Wake’ yazdığı dönemde bu kitap için “ideal bir uykusuzluktan mustarip ideal okuyucuyu” aradığını söylemiş. Kendisinin de romanını gecelerce uykusuz kalarak yazdığını düşünürsek, ona hak verebiliriz.

Geçenlerde ben de uykusuzluğuma ilaç olacak kitabı arıyordum ki (‘Finnegans Wake’i denedim: uykumu iyice kaçırıyor), aklıma kendileri de uykusuzluk çeken roman karakterleri geldi.

Aslına bakarsanız, onları hatırlamak hiç de zor olmadı. Çünkü roman kahramanının hası pek uyumaz. Geceleri ruh gibi dolaşır. Julien Sorel’den Raskolnikov’a böyledir bu. İyi bir gerekçesi yoksa, roman kahramanı illa ki uykusuzluk çekecektir. Bir derdi vardır çünkü. Büyük sulara açılmaya cesaret etmiştir, olmayacak birine aşık olmuştur, birini öldürmüştür, ya da, ironi bu ya, kendisi de bir roman kahramanı olmaya karar vermiştir. Bu sonuncusu en kötüsüdür. Hep felaketle sonuçlanır.

Bunun istisnaları yok mu? Uyumakta sıkıntı çekmeyen roman karakterleri de var tabii. Mesela, Oblomov ondokuzuncu yüzyıl Rusya’sında bir toprak ağasıdır ve uykusunu kaçıracak pek bir şey yoktur. Yiyip içip yatar. ‘Sönmüş Hayaller’de Balsac’ın unutulmaz karakteri Lucien de yaşadığı sefahat dolu hayatın neticesi olsa gerek, her gün öğleye kadar uyur.

Yine de bunlar göz ardı edilebilecek kadar azdır bence. Roman karakterleri söz konusu olunca, aylaklığın bile bir adabı vardır. Öyle yan gelip yatmakla olmaz. İşin içine illa ki biraz volta atmak ve sigara içerek sabahlamak karışacaktır. ‘Aylak Adam’ın anonim karakteri C. pek uyku yüzü görmez. ‘Bozkırkurdu’nun Harry Haller’ını belli saatlerde yatıp kalkan bir adam olarak hayal etmek zordur. 60’larda New Orleans’ın göbeğinde yaşayan Ignatius Reilly de aylaktır ama ‘Alıklar Birliği’nde onun derdi uyumak değil, “kölelik düzeni” dediği iş hayatından mümkün olduğu kadar uzakta durmaktır.

Velhasılı kelam, uyuyan adamdan roman karakteri yaratamazsınız. Eğer Georges Perec değilseniz tabii. Ama o bambaşka bir hikayedir. Şimdi hiç girmeyelim.

Roman kişileri genellikle uyuyamazlar, çünkü tam da o nedenle roman kişisi olmuşlardır. Kurgusal karakterlerin hayatlarında onları değiştiren ya da zorlayan bir şeyler olup biter. Ya da biz onlara böyle bir zamanda rastlarız. Her gün altıda kalkıp onda yatağa giriyorsanız, başınıza bir şey gelme ihtimali düşüktür. Roman karakteri değil, ancak huzur evinde duvar saati olabilirsiniz.

Düşündüm de, uykunuzu kaçırabilecek hiç bir şey olmuyorsa, her şey biraz bayatlamış mıdır acaba? Tolstoy’un dediği gibi “tok bir ineğin huzuruna” ulaşmışsınızdır artık. Karnınız tok, sırtınız pek, hayatınız vukuatsızdır.

Onun için, biraz uykusuzluk o kadar da fena bir şey sayılmaz belki. İnsan değişik iklimlere, yeniliklere, hayatını anlaşılmaz kılan olaylara böyle tepki verir.

Sevdiğiniz biri yoldan geleceği zaman heyecandan gözünüzü kırpmadığınız geceleri, tam dalacakken aklınıza gelen iyi bir fikir nedeniyle ayakta geçirdiğiniz saatleri, ya da vakit kaybı olacağını düşündüğünüz için uyumamayı tercih ettiğiniz zamanları düşünün. Hepsi kayda değer anlardır.

Her uykusuzluk bu kadar keyifli olmaz biliyorum. Kimi sadece yorucu ve sıkıcıdır. Ama yorgunluktan kızarmış gözlerinizle yatakta oradan oraya dönüp duruyor olsanız bile, yine de sevinebilirsiniz.

Demek ki bir şeyler oluyordur sizin yakada. Belli ki hayattasınızdır.

Tuesday, December 08, 2009

OKUYUCUNUN BİR DETEKTİF OLARAK PORTRESİ


BirGün/ 13:59 10 Mayıs 2009

Dedektif romanlarını oldum olası sevmişimdir. Çocukken Enid Blyton’un ‘Afacan Beşler’ ve ‘Gizli Yedililer’ serileriyle başlayan polisiye maceram, önce Sherlock Holmes hikâyeleriyle sonra da Agatha Christie’lerle devam etti. (Blyton’un kitaplarını, ben uyuduktan sonra başucucumdan yürüten annem de gizli gizli okuyordu.) Lise yıllarımı, cinayetleri zarafet ve incelikle çözen karakterlerle dolu İngiliz usulü polisiyelerle geçirdikten sonra, üniversiteye geldiğimde Sam Spade ve Phillip Marlowe gibi zekâlarının yanısıra arada bir yumruklarına da başvuran dedektifler yaratan Dashiel Hammett ve Raymond Chandler’ı keşfettim. Amerikalılar müthiş diyaloglar yazıyorlardı ve ben bu sert dedektiflerin soğuk sarışınlarla çapkınca flörtleşmelerine bayılıyordum.
Sonra arkası çorap söküğü gibi geldi: Her şeyi katilin gözünden anlatmayı akıl eden ve bunu bir virtüöz edasıyla yapmayı başaran Patricia Highsmith, en karanlık suç hikayelerini kılını bile kıpırdatmadan anlatan Leo Mallet, alışkanlık yaratan karakteri Easy Rawlins’in kişiliğinde “kara” edebiyatı en iyi siyahların yapacağını kanıtlayan Walter Mosley, hırsız-dedektif Bernie Rhodenbarr ve alkolik polis eskisi Mathew Scudder’ı yaratarak bu edebi türün altında yer alan her iki ekole de selam çakan Lawrence Block, kadın karakterleri ve onlar arasındaki ilişkileri öne çıkararak kalbimizi çalan Minnette Walters, dünyanın en sevilesi kadın dedektifi olan Kinsey Millhone’u bize hediye eden Sue Grafton ve daha niceleri birer birer hayatıma girdiler.
Hâlâ nerede polisiye görsem atlayıp okuyorum. Çıkan her kitabı almaya çalışıyorum. Alamazsam da aklım kalıyor. Neyse ki, iki kardeşim de bu konuda benimle tamamen aynı heyecanı taşıyor. Böylece, aldığımız kitapları sürekli aramızda döndürüp duruyoruz. Benim bulamadıklarımı onlar alıyorlar, onların eline geçmeyen bende oluyor. Tıpkı çocukluğumuzdaki ‘Gizli Yedililer’ teranesi gibi, bir polisiye muhabbeti sürüp gidiyor.
Polisiyeleri neden bu kadar çok sevdiğimi düşünürken, bir okuyucu olarak kariyerimin bu romanlardan bağımsız düşünülemeyeceğini fark ettim. Yalnızca okuyuculuğum polisiyelerle başladığı için değil, aslında daha çok okuyuculuğun kendisi bir tür dedektiflik olduğu için. Bu ‘meraklı’ hikâyelere duyduğum ilginin, okuma alışkanlığı edinmeme mutlaka katkısı olmuştur, ama asıl önemli olan, beni iyi bir okuyucu yapan şeyi, detayları birbiriyle ilişkilendirmeyi sağlayan analitik düşünme becerisini tetiklemiş olmalarıdır.
Öyledir de gerçekten. Roman okumak dedektiflik yapmaya benzer. Yazarlar size her zaman her şeyi söylemez. Sizin ipuçlarını değerlendirerek olayın kendisini bulmanız, karakterlerin neler hissediyor olabileceğini kestirmeniz, öykünün gidişatına dair bir fikir edinmeniz ve hatta kimi zaman roman bittikten sonra neler olmuş olabileceğini hayal etmeniz gerekir. Kimse bunları hazır bir paket olarak kucağınıza bırakmaz. Sizin de okuyucu olarak aktif bir şekilde metnin oluşumu sürecine dahil olmanız, yani tabiri caizse, vakayı çözmeniz gerekir.
Bunun içindir ki, her roman bir cinayet mahalidir aslında. İyi bir yazar da, elbette, mükemmel bir cinayet işlemeyi başarmış bir katile benzer.
Böyle düşünürsek, metinlerini birer bilmeceye dönüştüren Nabokov, oyun oynamaktan hoşlanan bir seri katil olarak değerlendirilebilir. Ya da kısacık öykülerine üç beş roman tutacak duygu yoğunluğunu sığdırmayı başaran Hemingway, sınırlı malzemeyle cinayet işlemeyi kendine şiar edinmiş ekonomik bir katil olarak sınıflandırabiliriz. Çehov cinayet aletini öyle iyi saklar ki, kırk defa okusanız bile, onun elinden çıkmış herhangi bir metnin sizi neden cin çarpmışa çevirdiğini bir türlü anlayamazsınız.
Oysa mesela Orhan Kemal, yufkayürekli bir katildir: Belki detayları görmemişizdir diye endişe ederek, elimizden tutup onları bize birer birer gösterir. Ahmet Mithat Efendi, bize cinayet aletinin yerini göstermekle kalmayıp, bu bilgiyi üç-dört sayfada bir tekrar etmeyi kendine görev edinir. Yaşar Kemal romanları birer “töre cinayeti” havasında geçerken, Orhan Pamuk’unkiler o kadar iyi planlanmıştır ki “taammüden cinayet” olarak kayda geçilmeleri gerekir.
Karakterler ise apayrı bir meseledir. Lawrence Durrell’in romanlarında şahitler başka başka ifadeler verip ortalığı karıştırırlar. Cortazar’da şahitlere asla güven olmaz, deli bile çıkabilirler. Borges işini bilir: Olaya muhakkak intihar süsü verecektir. Marquez’de herkesin katil olduğu eninde sonunda ortaya çıkar, John Fowles romanlarında ise katilin yazarın kendisi olması ihtimali yüksektir.
Sonuçta bütün bu yazarlar cinayet mahaline bir işaret bırakırlar. Kimi bir gül, kimi bombalı pankart. Ne olursa olsun, biz detektif okuyucular olarak onları bu işaretlerden tanır, metinleri bu sayede çözümleriz.