Sunday, July 18, 2010

Ejderhalara İnanmak



BirGün
18 Temmuz 2010

Her okuyucu her metinle kanat açamaz. Kimileri bilim-kurguya, ütopyaya, fantastik edebiyata kapalıdır mesela. Hani şöyle bir insan türü vardır: birlikte Avatar seyredersiniz ve çıkışta gözlerini devirerek ‘Bu film hiç gerçekçi değil!’ deyiverir. Bununla filmde tanımlanan dünya içinde bir tutarsızlık olduğunu söylemekten ziyade, sivri kulaklı mavi yaratıkların kendisine pek de ‘inandırıcı’ görünmediğini, içinde yaşadığı dünyaya uymadığını anlatmaya çalışmaktadır aslında.

Çok sevdiğim bir oğlan var. Bir arkadaşımın oğlu. Diğer çocuklarla arası pek iyi değil. Daha çok yetişkinlerle vakit geçirmekten hoşlanıyor. Akıllı bir çocuk. Duyarlı. Farklı. Ve farklı olduğunun farkında olduğu için de biraz melankolik. Aslında tam benim tipim. Ama maalesef sadece sekiz yaşında. O yaşta bir erkeğe göre olgun davranıyor ama yine de benim için biraz genç sayılır.

Gerçi dostluğumuz baki. Birbirimizi özlüyor, soruyoruz. Geçenlerde babası onun için endişelendiğini söyledi. “Hayalgücü zayıf bizim oğlanın,” dedi, “Okuduğum hikayelere inanmıyor. Böyle şey olmaz, diye kestirip atıyor.” “Ne okuyorsunuz?” diye sordum. “Cadılar, sihirbazlar, ejderhalar, öyle şeyler işte,” dedi.

Bu bana Coleridge’in kurmaca metinlere dair söylediklerini hatırlattı. İngiliz şair ve eleştirmen Samuel Coleridge, bir edebi metinle karşı karşıya geldiğimizde yazarla sessiz bir anlaşma yaptığımızdan söz eder. Yazar, bize tamamen hayal ürünü bir şey anlatıyor olmasına rağmen gerçek bir öykü aktarıyormuş gibi yapar. Biz de kurmaca anlaşmasını kabul eder ve onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranırız. Coleridge, yazarla okuyucu arasındaki bu anlaşmaya 'inançsızlığın askıya alınması' adını verir ve bunun bir anlatı metniyle ilişkiye girmenin temel kuralı olduğunu söyler.

Bu çok da yerinde bir tabirdir. Bu anlaşma olmazsa eğer, hepimiz çocukların yaptığı gibi ‘Yalan söylüyorsun!’ diye bağırmak isteyebiliriz. Bu anlaşma olmazsa, ne Ursula LeGuin okuyabiliriz, ne ejderhalara inanabiliriz, ne de herhangi bir kurmaca metniyle ilişki kurabiliriz.

Aslına bakarsanız, bu anlaşma olmasa aşık bile olamayız. Çünkü farkında olmasak da, ilişkiler de romanlar gibi kurmacadır. Her kurmaca metinde olduğu gibi, yaşamın içinde de aynı kuralı uygularız. Her yeni ilişki, Coleridge’in yasasını çağırır. Çünkü her insan başlıbaşına bir anlatıdır. Onunla kanat açıp açmayacağımıza karar vermeden önce, anlatısına inanıp inanmadığımızı gözden geçirmemiz gerekir. Eninde sonunda bütün ilişkiler bu kuralla sınanır.

Birine bağlandığımızda, onunla bir anlaşma yapmış sayılırız. Yani, inançsızlığımızı askıya alıp onun anlatısına, daha da önemlisi birlikte kurduğumuz anlatıya, teslim oluruz. Anlatının kendi içinde tutarlı olması yeterlidir. Dünyanın geri kalanı ile uyumlu olması gerekmez.

Her kurmaca metinde olduğu gibi, aşkta da gerçeklikle çelişen noktalar vardır. Olanaksızlıklar, uyumsuzluklar, yalnızca hayalgücü ile gidilebilecek yerler vardır. Ama bu anlatıyı kuranlar kendi kurallarını yaratırlar. Gerçekliğe uymasa da, bu iki kişilik anlatıyı bazen dışarıdaki dünyanın kendisinden bile daha inanılır ve gerçek kılarlar.

Aşk gerçekliğin kapılarını zorlar. O ana kadar tümüyle tanımlı olduğunu düşündüğümüz dünyayla çelişen bambaşka ve yepyeni bir anlatı kurar. Gündelik hayatımızın kurallarını ve mantığını yerle bir eden bir anlatıdır bu.

Onun içindir ki, aşık olmak ejderhalara inanmaya benzer. Olanaksız olanın mümkün olabileceğine inanmazsanız aşık olamazsınız.

No comments: