Sunday, April 17, 2011

Taşra yolları taşlı...

BirGün
17 Nisan 2011

Nurdan Gürbilek, “Yer Değiştiren Gölge” adlı kitabındaki hepsi birbirinden güzel makalelerinden birinde taşraya ve onunla birlikte gelen ruh haline yepyeni bir anlam atfeder: “Taşra sıkıntısı adını verelim buna; taşra sözcüğüne yalnızca mekana ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kast etmeden; onları da, ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi; bir dışta kalma, bir daralma, bir evde kalma deneyimini, böyle hayatları ifade etmek için...”

Gürbilek’in bu tanımından sonra, “taşra” sadece kentin dışında kalan hayatı tanımlayan bir sözcük olmaktan çıkar. Taşralılık mekandan bağımsızlaşır ve bir ruh halinin ifadesi gelir. Gürbilek bu tartışmanın devamında, bütün yoksunlukları ve hassasiyetleriyle çocukluğu da hayatın taşrası olarak görür mesela.

Memleketi terkettiğimden beri, ben de çocukluğun taşrasına geri dönmüş gibiyim. Hala kurallarına alışamadığım bu yeni dünyada, kendinden emin yetişkinler arasına karışmaya çalışan ve bunu başaramadıkça hırçınlaşan bir çocuk gibi saçlarım dimdik duruyorum. Bütün bunlar bana Rilke’nin ‘Malte Laurids Brigge’nin ağzından söylediği bir şeyi hatırlatıyor: “Çocukluğumu yeniden bulabilmek için dua ettim ve sonunda geri geldiğinde farkettim ki, her şey eskisi kadar zordu ve büyümenin hiç bir faydası olmamıştı.”

Büyümenin bana da pek faydası olmamış ki, işte hala aynı divanın üzerinde oturmuş pencereden dışarı bakıyorum. Dünya orada duruyor. Ama dokunamıyorum. Her şey önümden büyük bir hızla akıp gidiyor. Bense çocukluğun o yalnız ve sıkıntılı öğleden sonralarından birinde sıkışmış bekliyorum.

Divandan kalkmaya cesaret ettiğim zamanlarda da, dışarıdaki dünyayla ilişki kurabildiğim söylenemez. Hatta onu olduğu gibi görmekten bile acizim galiba. Şöyle ki: San Francisco’ya yolu düşen her Türk, bir ara ‘Golden Gate’e bakıp “Aynı bizim Boğaz Köprüsü gibi!” der. Tamam. Bunu hepimiz yapıyoruz. San Francisco dik yokuşlarıyla, tramvaylarıyla ve renkli kalabalığıyla biraz iyiniyetli bir şekilde bakarsak İstanbul’u andırıyor gerçekten de. Fakat benimki orada bitmiyor ki! Berkeley tepelerine çıkıyoruz, ‘Aaaa, tıpkı Güzelbahçe,” diyorum; Colorado nehrinin kıvrımlarında dolaşıyoruz, Düden şelalesini anlatıyorum; kızılçam ormanlarına dalıyoruz, yanımdakine dönüp “Kaçkarları gördün mü sen?” diye soruyorum.

Bütün bunlar kabul edilebilir belki. Memleket özlemi ile açıklanabilir hatta. Ama sonunda öyle bir noktaya geldik ki, karşımızdaki parkta şarkı söyleyip dans eden Meksikalıları sıra gecesi yapan Urfalılara benzetince, silkinip düşünmek zorunda kaldım.

Taşralılık mı bu? Evet. Hem de en hasından.

Melankoli taşranın şanındandır. Benim için tanıdık bir şey. Çocukluğumdan beri peşimi bırakmayan bir dışarıda kalma, geç kalma, eksik olma duygusu. Buralara gelirken tepeme çullanacağını biliyordum. Belki yine aynı nedenle, dünyayı kalın bir camın arkasından seyrediyor olmak da beni hiç şaşırtmadı. Orada durmaya alışığım.

İyi de bu memleketçilik nedir şimdi? Kendimden böyle bir tutuculuğu beklemezdim işte. Sonra yavaş yavaş farkettim ki, bu yaygın bir hastalık. Sebepleri de açık aslında. Bir şeylere hayret ediyor olmak taşralılığın bir numaralı işareti olarak görülüyor. İnsanın duygularını göstermesinin çocukluk olarak addedilmesi gibi. Ne kadar ifadesiz bir suratınız varsa o kadar yetişkin sayılıyorsunuz mesela. O zaman, çocukluğun ya da yabancılığın taşrasını terketmenin, yani ciddiye alınmanın yolu pek bir şeye şaşırmamaktan geçiyor. “Aynısından bizde de var” aslında tam da bu anlama geliyor. “Mevzuya hakimim, dünyayı biliyorum,” demiş oluyorsunuz.

Bunu düşününce babamın sevdiği bir fıkra geldi aklıma: Trakyalının köyden amcaoğlu geliyor. Birlikte Istanbul’u dolaşmaya çıkıyorlar. Birden karşılarına boyunlarında çanlarıyla rengarenk püskülleriyle ağır ağır ilerleyen develer çıkıyor. Köyden gelen hayretler içinde kalıyor. Akrabasına develeri gösterecek ama adını da bilemiyor. Sonunda çareyi ‘Neylere bak neylere?’ demekte buluyor. Öteki de hayatında ilk kez deve görüyor ama şehre kapağı atmış bir kere, cahilliğini açık edecek değil ya! Bir müddet ıkınıp sıkındıktan sonra, elini savurup ‘Öyledir onlar beya!’ deyiveriyor.

Uzun lafın kısası, ben de bu Amerikaları çözdüm artık. Böyledir buralar beya!

No comments: