Sunday, June 12, 2011

Bazı hassas meseleler...


BirGün
12 Haziran 2011

‘Not Defteri’ni neredeyse üç senedir yazıyorum. Uzun zaman olmuş. Bu işe vesile olan arkadaşım Selami (İnce), köşe yayınlanmaya başladıktan bir kaç hafta sonra “Hadi ama, ne zaman okur mektupları yazısı yazacaksın?” diye takılmıştı. Adettenmiş. Belli bir zaman sonra muhakkak okuyucu ile ilgili bir yazı yazılırmış.

Her konuda olduğu gibi, bunda da gecikmiş durumdayım. Kusura bakmayın.

Gelen mektuplardan anladığım kadarıyla bu köşeyi düzenli bir şekilde takip eden bir okuyucu grubu var. Sayıca pek kalabalık olmayabilirler. Ama gösterdikleri bağlılık akıl alır gibi değil. Onun için hemen burada teşekkür etmek isterim. Bu konuda, büyük gazetelerde çalışanlar da dahil olmak üzere çok az yazarın benim kadar şanslı olduğunu düşünüyorum.

Her hafta bir iki satır yazanlardan tutun da, arada bir yoklayıp halimi hatrımı soranlara ve hatta kibarca hatalarımı düzeltenlere kadar çeşit çeşit okuyucum var. Kimi zaman teşekkür mesajları alıyorum. Bazen de sitem edenler oluyor. Ama hep tatlı tatlı. Edebiyatla ilgili yazıyor olmanın ödülü müdür bu? Herhalde.

Okur mektuplarına elimden geldiğince cevap vermeye çalışıyorum. Yazarak beni rahatsız ettiğini düşünenleri temin ediyorum: Hayır, zamanımı almıyorlar. Aksine ses verdiklerinde memnun oluyorum. Beni kimlerin okuduğunu merak ediyorum çünkü. Severek okuduğum bir blogcunun dediği gibi, “İnsan okusun diye yazıyoruz bunları!”

Benim okuyucum da her şeyden önce “insan,” çok şükür. Kimi zaman öyle mesajlar alıyorum ki, gözlerim doluyor.

Fakat mektuplar her telden çalıyor tabii. Bunların arasında fikir bildirenler olduğu gibi soru soranlar da var. Siyaset, psikoloji, hayat bilgisi. Her yerden soru geliyor. Çoğu kez bilmediğim şeyler. Ama hiç bunları kendime dert etmiyorum. Benim bir dolu öğrencim var. Hayatta bir konuda başarılıysam, o da budur. Öğrenci zenginiyim ben. Hepsi farklı alanlarda at koşturuyorlar. Ben de okuyucuları onlara yönlendiriyorum. Şimdiye kadar şikayet eden çıkmadı. Demek ki, bu sistem işliyor.

Arada bir şahsi sorular da geliyor. Aslında onları da öğrencilerime havale etmek geçiyor içimden. Böylesinin herkes için daha eğlenceli olacağından eminim. Mesela “Evli misiniz?” diye soranları evlendiğimi duyunca “Bu kadar Emma Goldman’ı boşuna mı okuttunuz?” diyerek bana küsen bir öğrencime, “Neden hep beceriksizliklerinizden bahsediyorsunuz?” diye soran arkadaşı da derste yaslandığım kürsünün yavaş yavaş elimin altından kaymasıyla kendimi yerde bulduğumda beni kaldırmak için fırlayan (fakat gülmekten iki büklüm olduğu için kürsüye ulaşamayan) bir diğerine yönlendirmek isterim. Meseleyi benden daha iyi izah edecektir diye düşünüyorum. “Canınız ne çekiyor? Türkiye’den bir şey ister misiniz?” diye soranlar, sizi unutur muyum? Deniz kenarında lokanta açmak isteyen bir öğrencim var, tanısanız seversiniz. Siz yemekleri söyleyin, ben geliyorum.

En sık sorulan soru ise şu: Bir kitabınız var mı? Yoksa bu konuda ne yapmayı düşünüyorsunuz? Bu soruya cevap vermek zor. Bir çok nedenle. Bir kitabım yok çünkü a) tembelim, b) korkağım, c) bu konuyu konuşmuyoruz, d) daha fazla sormayın e) hepsi.

Hassas mesele. Ama aşağıdaki hikaye kadar değil.

Memleketten ayrılmadan önce öğrencilerimden biri elime küçük bir paket tutuşturdu. “Bunu eve gittiğinizde açarsınız, olur mu hocam?” dedi. Eve geldiğimde, dayanamayıp hemen baktım. Paketin içinden bir kitap çıktı. Üzerinde ismim yazıyordu. Zarif düzgün bir yazıyla. Kitabı açtım, içinde daha evvel bu köşede okuduğunuz denemelerin bir kısmı vardı: “İncelikler Yüzünden” başta olmak üzere hepsi yine aynı güzel elyazısıyla bir bir kaydedilmişti. Kitabın arasında bir de mektup buldum. Öğrencim, bu kitabı hazırlamayı uzun süredir planladığını, ama cilt yapmayı öğrenmesi gerektiği için bunun biraz zaman aldığını, yine de ben gitmeden yetiştirebildiği için mutlu olduğunu söylüyordu.

Elimde kitabımla bir süre öylece oturdum. Hep beklediğim an demek böyle gelecekti. İşte bunu düşünememiştim. Şaşkınlığımı atlatınca kitabı evirip çevirdim. Ebrulu güzelim cildini okşadım, sayfalarını karıştırdım. Ardından yazıları sanki ilk kez görüyormuşum gibi birer birer okudum. Sonunda, kapağını kapatıp bir çekmeceye yerleştirdim. Hâlâ orada duruyor.

Soruyu baştan almak gerekirse, sevgili okuyucum, kitabım var mı? Evet var. Bir tanecik. Onu hazırlayan öğrencim gibi.

8 comments:

A-H said...

ne kadar duygulandim kitabin hikayesine, nasil guzel bir jest nasil bir inceliktir bu boyle.
sanslisiniz :)

Eray Sarıot said...

Sessiz okurlara teşekkür yok mu? Sükûnet dolu teessüflerimle :)

Meltem Gürle said...

Çok acayip öğrencilerim var benim. Şanslıyım, evet.

Okuyucularım da öyle aslında. Güzel insanlar hepsi. Sessiz olanlar da dahil.

Mahçubiyet içinde sizin,

Aylin Balboa said...

Gülücük ::

Meltem Gürle said...

Gülücüğü aldım kabul ettim. Bilmukabele.

mesed hanım. said...

Dersine hiç girmediğin dolayısıyla ders anlatırkenki bakışlarını da göremediğin bir insanın öğrencisi olmanın nasıl bir şey olduğunu düşlüyorum.Dahası kurduğum 'Hocam' sözcüğünün oluşturacağı samimiyet ırmağını.

Meltem Hocam ben sizi rüyamda gördüm.Çok yakındınız.Kimselere çaktırmadan uyandıktan sonra da sürdürmek isteğim bir rüyaydı.

Kocaman sevgiler Zeynep'in birinden.

Meltem Gürle said...

Dersler Eylül sonu başlıyor. Her zaman ziyarete gelebilirsiniz.

Elif Ayvaz said...

Ne güzel ne ince bir hediye! :))

Ne dersi veriyorsunuz? Biz de gelebiliyor muyuz? Ben daha yeni buldum burayı. (Bir saat falan oldu galiba. :) ) Güncelden sona doğru okuyorum da...

Ayy... Çok mu oldum?! Neyse ben okumaya devam edeyim.