20 Mayıs 2010
Rüyamda gökyüzünde asılı dev bir salıncakta ayakta durduğumu
gördüm. Yanımda başkaları da vardı. O kadar yüksekteydik ki başım döndü.
Korkuyla iplerden birine sıkı sıkı yapıştım. Ama salıncak gitgide hızlandı.
Sonunda durduğum yerden fırlayıp aşağıya yuvandım.
Düşmekten korkarım. Yüksek yerlerden de öyle. Bu konuda
yalnız olmadığımı biliyorum. Bolca yazılıp çizildiğine göre bayağı kalabalık
olmalıyız hatta. Benim gibilerin endişeye yatkın karakterler olduğu ve bir tür
panik atak geçirdikleri düşünülür. Yükseklik korkusunun temelinde kendini
aşağıya atma arzusu olduğu gibi, uçma korkusunun da yer alabileceği söylenir.
Çok akıllı laflar tabii. Ama sonuçta bunların hiçbiri işe
yaramaz. Yüksek bir yere çıktığınızda bütün bu açıklamalar uçar gider. Yukarıda
tevatüre yer yoktur. Korkunuzdan başka her şeyi aşağıda bırakıp çıkarsınız
oraya. Bir gün korkuyu da geride bırakacağınızı umarak.
Fakat her seferinde aynı şey olur. Dizlerinizin bağı
çözülür. Gözleriniz buğulanmaya elleriniz terlemeye başlar. Nabzınız yükselir.
Şakaklarınızdaki basıncı hisseder hale gelirsiniz. Bir süre sonra boylu boyunca
yere uzanmaktan başka hiç bir şey düşünemez olursunuz.
Düşmekten korkan biri için, Galata Kulesi’ne çıkmakla evde
bir sandalyenin tepesinde perde asmaya çalışmak arasında çok büyük fark
olmayabilir. Yükseklik farklıdır ama yarattığı etki benzerdir. Bilmeyenler bunu
anlamaz. “Bir düşünsen ne kadar saçma
bir şey olduğunu hemen anlayacaksın,” derler. Öyle ya, sandalyeye çıkmanın
neresi korkunç olabilir?
Halbuki orada düşünceye yer yoktur. Sadece sonsuz bir şimdi vardır.
Her şey el ayak ve nabız olmuştur. Her an düşebilecek olmanın “şimdi”sidir bu.
Salıncaklı rüyada da aynı “şimdi”nin gerilimi vardı. Bir trapez
artisti gibi salıncakta ayakta duruşumu, ipe umutla sarılışımı, ama sonra
salıncak hızlanınca fırlayıp uçuşumu yeniden görür gibi olup irkildim.
Bu imge beni yakınlarda yeniden okuduğum bir Bilge Karasu
öyküsüne geri götürdü. “Usta beni
öldürsene,” biri usta diğeri çırak iki cambazın ilişkisini anlatır. Yaşlanan
ustasının hata yapıp düşeceği endişesi ile attığı adımları saymaya başlayan çırağın
felaketi davet etmesinin hikayesidir bu.
Cambaz ve çırağı şunu bilirler: ip cambazlarının hayatı
ipten ibarettir. Onların dünyasında düşüncelere, endişelere, korkulara yer
yoktur. Geçmişe üzülemez, geleceğe dair umut besleyemezler. Düşüncenin ağırlığı
ile dengelerini bozma riskini göze alamazlar. Hayatta kalmak istiyorlarsa soru
sormamaları gerekir: “Cambazlık, insanın ölmek istemiyorsa bütünüyle kendini
ipe, halkaya, ustaya, adıma, ele, göze vermesini gerektiren bir iştir.”
Öykü ilerledikçe anlarız ki, esas mesele ustayla çırağın
yaptıkları işin tehlikeli oluşu değil, aralarından birinin düşünmeye başlamış
olmasıdır. Şüphe etmeye başladığı andan itibaren çırak, yıllardır aynı
doğallıkla süren bu dansın adımlarını bozacak ve öykünün sonunu belirleyecek
olan felaketi çağıracaktır.
Karasu’nun buradaki varlığımızı anlatmak için bulduğu imgeye
hayranlık duymamak elde değil. Hayat dediğimiz şey, zaten böyle bir ip
cambazlığı değil midir? Biz de ipten ipe, halkadan halkaya kendimizi atıp
dururuz. Bilincin ağırlığı sırtımızda. Herkes bir gün düşer tabii. Ama bazıları
gökyüzüne asılmış o salıncağın üzerinde daha uzun kalır. Düşmemeye çalışmanın o
korkunç “şimdi”sinde salınarak.
Tek tesellimiz şudur. Karşımızdaki cambaz sevdiğimiz
biridir. Yıllardır yüzüne baktığımız, elini tuttuğumuz, acılar gibi sevinçleri
de paylaştığımız biridir.
Trapezin ipini bırakıp boşluğa doğru fırladığımızda,
arkamızdan atılıp bizi havada yakalayacaktır. Elleri bileklerimizi kavrayacak
ve bizi başka bir ipe başka bir halkaya taşıyacaktır.
Orada durup nefeslenelim diye.
Şimdilik.
No comments:
Post a Comment