Monday, December 24, 2012

Maddenin Boşluğu

BirGün
16 Aralık 2012


Taksim civarlarında genellikle öğrencilerin gittiği sevimli bir kafe var. Ben de arada bir kağıt okumak ya da bir şeyler yazıp çizmek için uğruyorum. Geçen gün yine uzun uzun oturdum orada. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile. O sırada sokaktan insanlar gelip geçti. Güneş yükselip alçaldı. Kafenin içindeki ışık solar gibi oldu, renkler değişti.

Bir ara kağıtlardan başımı kaldırdığımda, yanımdaki masada yeni bir çift oturuyordu. Simsiyah giyinmiş asık suratlı bir oğlan ile, sarışın ufak tefek bir kız.

Az sonra o taraftan sesler yükselince, konuşmalarına kulak kabarttım. “Hiç Nietzsche okudun mu?” diye soruyordu oğlan. Fakat kız galiba pek ilgilenmiyordu. Bıkkın bir şekilde sağa sola baktı. O cevap vermeyince oğlan devam etti: “Peki sence, maddede boşluk var mı?” Konuşma iyice ilginç bir hal almıştı. Buraya nasıl geldiğini anlayamasam da, bundan sonra nereye gideceğini çok merak ediyordum. Ama kız hiç yardım etmiyordu. Göz ucuyla baktım: İlk kez görmüş gibi elini inceliyordu. Bunun üzerine oğlana döndüm. Maddenin sürekliliğine dair bir tirat bekliyordum ondan. Ya da en az bir iki paragraflık bir durum analizi.

Ancak oğlan ikisini de yapmadı. Onun yerine, masanın üzerinden uzandı, kızın elini tuttu ve şöyle dedi: “İşte sen benim içimdeki boşluğu dolduruyorsun, aşkım.”

Böyle zamanlarda ümitsizliğe kapılıyorum. Her şeyin hızla değiştiği bu dünyada, neden bazı şeyler inatla aynı kalıyor? Kendine çok derin biriymiş süsü vererek kadınları baştan çıkarmaya çalışan bu adamların üretildiği bir yer mi var? Her gün yeni modeller mi sürüyorlar piyasaya?

Bu adamları görünce aklıma hep Tutunamayanlar’daki Metin geliyor. Ucuz aşk romanları ve tangolarla kendinden geçen Metin. Bayat klişelerin, eprimiş duyguların Metin’i. Turgut Özben, her sözünün arkasında manalı sessizlikler bırakan bu adamı tek kelimeyle tahammül edilmez bulur. Onun bu çiğ romantizminin, sahte hüznünün altındaki bencilliği görür:

“Sıcak olduğu halde koyu lacivert elbisesini giymiş. Siyah elbisesi olsaydı onu giyerdi. Üzülme ölmezsin. Seksen yaşını bulursun bu ıstırapla sen Metin Bey. Karını bile gömersin de, üzüntüden bir daha evlenmiş bulursun kendini. Kendinden daha basit kadınlar bulursun evlenmek için, foyan meydana çıkmasın diye. ... Limonata-pasta-komparsita düğünü yaparak evlendin; bir önceki unutulmaz aşkının elemini bir sonraki kızın kollarında unuttun ve Allah kahretsin, belki de bu kelimelerle anlattın durumunu kıza evlenme teklif ederken.”

Yıldız Ecevit’in pek güzel anlattığı gibi, Metin Kutbay bayağılıkların, zevksizliklerin, yozlukların vücut bulmuş halidir. Sicim gibi kravatından tutun da altın şövalye yüzüğüne kadar bir çirkinlik abidesidir. Yaptığı zevzeklikler ise ayrıca sayfalar doldurur. Turgut’la geçirdiği uzun gecenin sonunda, birden ayağa fırlar Metin: “Ben,” dedi, bir an ayakta durdu, sonra bir şey hatırlamak istermiş gibi elini alnına götürdü. “Fakat aşk…” dedi. Ellerini havaya kaldırdı, dengesini kaybeder gibi oldu. “Bir dakika geliyorum” diyerek uzaklaştı.

Oğuz Atay’ın Metin’i sohbetin tam da bu noktasında helaya göndermesi tesadüf değildir. Bunu yaparak böyle adamların en fazla oraya layık olduklarını söyler gibidir.

Metinler ilk anda size de çekici gelebilir. Ama biraz dikkat ederseniz ezberden konuştuklarını görürsünüz. Bu adamlar ki, eninde sonunda “Fakat aşk…” diyecekler ve içlerindeki bunca kokmuş laf bağırsaklarını bozduğu için koşarak mekanı terk edeceklerdir.

 “Maddenin boşluğu” belki de sadece böyle bir şeydir.


1 comment:

Tom Verlaine said...

"Ama kız hiç yardım etmiyordu"...
Etmiyorlar... O yüzden oluşuyor boşluk. Boş kalıyorlar, boş bırakıyorlar. Boş...