Showing posts with label tutunamayanlar. Show all posts
Showing posts with label tutunamayanlar. Show all posts

Monday, December 24, 2012

Maddenin Boşluğu

BirGün
16 Aralık 2012


Taksim civarlarında genellikle öğrencilerin gittiği sevimli bir kafe var. Ben de arada bir kağıt okumak ya da bir şeyler yazıp çizmek için uğruyorum. Geçen gün yine uzun uzun oturdum orada. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadım bile. O sırada sokaktan insanlar gelip geçti. Güneş yükselip alçaldı. Kafenin içindeki ışık solar gibi oldu, renkler değişti.

Bir ara kağıtlardan başımı kaldırdığımda, yanımdaki masada yeni bir çift oturuyordu. Simsiyah giyinmiş asık suratlı bir oğlan ile, sarışın ufak tefek bir kız.

Az sonra o taraftan sesler yükselince, konuşmalarına kulak kabarttım. “Hiç Nietzsche okudun mu?” diye soruyordu oğlan. Fakat kız galiba pek ilgilenmiyordu. Bıkkın bir şekilde sağa sola baktı. O cevap vermeyince oğlan devam etti: “Peki sence, maddede boşluk var mı?” Konuşma iyice ilginç bir hal almıştı. Buraya nasıl geldiğini anlayamasam da, bundan sonra nereye gideceğini çok merak ediyordum. Ama kız hiç yardım etmiyordu. Göz ucuyla baktım: İlk kez görmüş gibi elini inceliyordu. Bunun üzerine oğlana döndüm. Maddenin sürekliliğine dair bir tirat bekliyordum ondan. Ya da en az bir iki paragraflık bir durum analizi.

Ancak oğlan ikisini de yapmadı. Onun yerine, masanın üzerinden uzandı, kızın elini tuttu ve şöyle dedi: “İşte sen benim içimdeki boşluğu dolduruyorsun, aşkım.”

Böyle zamanlarda ümitsizliğe kapılıyorum. Her şeyin hızla değiştiği bu dünyada, neden bazı şeyler inatla aynı kalıyor? Kendine çok derin biriymiş süsü vererek kadınları baştan çıkarmaya çalışan bu adamların üretildiği bir yer mi var? Her gün yeni modeller mi sürüyorlar piyasaya?

Bu adamları görünce aklıma hep Tutunamayanlar’daki Metin geliyor. Ucuz aşk romanları ve tangolarla kendinden geçen Metin. Bayat klişelerin, eprimiş duyguların Metin’i. Turgut Özben, her sözünün arkasında manalı sessizlikler bırakan bu adamı tek kelimeyle tahammül edilmez bulur. Onun bu çiğ romantizminin, sahte hüznünün altındaki bencilliği görür:

“Sıcak olduğu halde koyu lacivert elbisesini giymiş. Siyah elbisesi olsaydı onu giyerdi. Üzülme ölmezsin. Seksen yaşını bulursun bu ıstırapla sen Metin Bey. Karını bile gömersin de, üzüntüden bir daha evlenmiş bulursun kendini. Kendinden daha basit kadınlar bulursun evlenmek için, foyan meydana çıkmasın diye. ... Limonata-pasta-komparsita düğünü yaparak evlendin; bir önceki unutulmaz aşkının elemini bir sonraki kızın kollarında unuttun ve Allah kahretsin, belki de bu kelimelerle anlattın durumunu kıza evlenme teklif ederken.”

Yıldız Ecevit’in pek güzel anlattığı gibi, Metin Kutbay bayağılıkların, zevksizliklerin, yozlukların vücut bulmuş halidir. Sicim gibi kravatından tutun da altın şövalye yüzüğüne kadar bir çirkinlik abidesidir. Yaptığı zevzeklikler ise ayrıca sayfalar doldurur. Turgut’la geçirdiği uzun gecenin sonunda, birden ayağa fırlar Metin: “Ben,” dedi, bir an ayakta durdu, sonra bir şey hatırlamak istermiş gibi elini alnına götürdü. “Fakat aşk…” dedi. Ellerini havaya kaldırdı, dengesini kaybeder gibi oldu. “Bir dakika geliyorum” diyerek uzaklaştı.

Oğuz Atay’ın Metin’i sohbetin tam da bu noktasında helaya göndermesi tesadüf değildir. Bunu yaparak böyle adamların en fazla oraya layık olduklarını söyler gibidir.

Metinler ilk anda size de çekici gelebilir. Ama biraz dikkat ederseniz ezberden konuştuklarını görürsünüz. Bu adamlar ki, eninde sonunda “Fakat aşk…” diyecekler ve içlerindeki bunca kokmuş laf bağırsaklarını bozduğu için koşarak mekanı terk edeceklerdir.

 “Maddenin boşluğu” belki de sadece böyle bir şeydir.


Wednesday, July 20, 2011

"Cogitosuz ergo sum"


BirGün
18 Temmuz 2011

Haziran-Temmuz sayısının büyük bir kısmını Oğuz Atay’a ayıran edebiyat dergisi Notos, hazırladığı dosyanın bir parçası olarak kimi edebiyatçılara yazarın ünlü romanı ‘Tutunamayanlar’ hakkında sorular sormuş. Hala yurtdışında olduğum için dergiyi maalesef okuyamadım. Ama olayın basına yansıyan kısmından anladığım kadarıyla, Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi olan Şavkar Altınel, Oğuz Atay’ı sığ ve yapay bulduğunu söylemiş. Orta sınıf bunalımlarını anlatan bu “mühendis yazar” yeterince “otantik” değilmiş.

“Otantik” lafını her işittiğimde gözümün önüne savaş boyaları içinde yerliler gelir. Yine aynı şey oldu. Hemen ardından da şunları düşündüm: Bu soruyu nereden bakarak soruyoruz Atay’a? Kendi sınıfının dertlerini anlatmıyor desek, öyle değil. Tam da kentli orta sınıfın meselelerini anlatır Atay. Yeterince “yerli” değil desek, yanlış olur. Bayağı bizden biridir çünkü. Hatta dünyaya açılma meraklısı kimi eleştirmenlerin onu fazlaca yerel olmakla suçladığı bile olmuştur. Kendi “benliğine” sadık değil desek, bu köşenin sınırları uygun olmadığı için detaylandıramıyorum ama, bunda da hata etmiş oluruz. Fakat anlaşılan Altınel aynı fikirde değil: “Başkahramanına ‘Özben’ soyadını vermiş, ama içimde romanın arkasında elle tutulabilir bir ‘benlik’ olduğu, yazarın anlattıklarını gerçekten görüp yaşadığı duygusu yok. Daha çok, bunları bir yerlerden duymuş, öğrenmiş, doğru olanın dünyaya böyle bakmak olduğuna karar vermiş gibi.”

Demek bir de “yazar bu anlattıklarını gerçekten yaşamış mı?” diye soracağız. Garip doğrusu. Benliğin işareti, samimiyetin ölçüsü bu anlaşılan. Yalnız en gerçekçi yazarlar bile böyle bir sınavdan sınıfta kalır, hemen söyleyeyim. Altınel’in çok beğendiği belli olan Flaubert bile gümbür gümbür çakabilir. O Flaubert ki, “Madam Bovary benim!” derken herhalde onun yaşadıklarını birer birer tecrübe ettiğini söylemek istememiştir. En azından böyle olduğunu ummak istiyoruz.

Yine de bu haberde beni çok eğlendiren şey, Altınel’in Oğuz Atay’ı “sevmeyi başaramadığını” söylemesi oldu. Sanki böyle bir zorunluluk varmış gibi. Bir edebiyatçının yazıp çizebilmek için öncelikle böyle bir ehliyete sahip olması gerekiyormuş gibi: “Edebiyatta güvenli sürüşler için, illa ki Oğuz Atay’ı seçin.”

Yazarların başka yazarları sevmemesi yeni bir şey değildir halbuki. Çoğu huysuz misafirler gibidir. Salona girer girmez etrafı kolaçan eder ve kendilerinden evvel gelip iyi yerleri kapmış olanlara gıcık olurlar. Herkes bilir ki, misafir misafiri sevmez. Onun içindir ki Tolstoy, Shakespeare’in kötü bir oyun yazarı olduğunu düşünür; Nabokov, Dostoyevski’nin sıkışınca melodrama başvuran ikinci sınıf bir romancı olduğunu söyler; Virginia Woolf ise Joyce’un efsanevi romanı ‘Ulysses’ için zamanında aynen şunları yazmıştır: “Cahilce, sası bir kitap gibi geliyor bana; kendi kendini yetiştirmiş bir işçinin kitabı, onlar ne kadar can sıkıcı olurlar hepimiz biliriz, ne kadar bencil, ısrarcı, çiğ, çarpıcı ve sonuç itibariyle mide bulandırıcı.”

Pek şenlikli bir salvo bu: sınıf kininden tutun düz kıskançlığa kadar her şey var. Talihsiz bir tespit. Fakat bu Joyce’un değerinden düşürmüş müdür? Hayır. Aynı şey ötekiler için de geçerlidir. Shakespeare hepimizin babası sayılır. Dostoyevski ise, Nabokov dışında herkesin teslim ettiği gibi, roman camiasının peygamberidir.

Demem o ki, bütün bu büyük adamlar eleştiriye maruz kalmışlardır. Hiç birinin pulları dökülmemiştir. Benim bildiğim hepsi hala iyi yazarlardır. Onun için Oğuz Atay’a dair bir iki tatsız laf edildi diye, celallenmenin anlamı yoktur. Böyle bir dosya hazırlanıyorsa, bu konuda herkesin olumlu görüş bildirmesi beklenemez. Birileri elbette kitabın zaaflarından söz edecektir.

Fakat unutmamak gerekir ki, Oğuz Atay bu ülkenin çıkardığı önemli edebi kişiliklerden biridir. Sadece bir değil bir kaç kuşağın düşünce hayatını etkilemiş büyük bir yazardır. Onu değerlendirirken, talibini biraz oyaladıktan sonra reddeden şımarık bir kız edasıyla “bilmiyorum, samimi değil galiba” ya da “çok uğraştım ama sevemiyorum” diye kestirip atamazsınız. Bundan daha iyisini yapmanız gerekir. Beğenmeyen oturup kitabın sorunlarını bir bir ortaya koyar ve onu yine edebiyatın araçlarını kullanarak alaşağı eder. Eleştiri böyle bir şey olsa gerektir.

Yoksa akılsız fikir olur, Atay’ın muzipçe söyleyeceği gibi, “cogitosuz ergo sum” olur. Bir de, ne bileyim, bayağı ayıp olur.

Sunday, August 01, 2010

Devlet Kapısı


BirGün
1 Ağustos 2010

Ne zaman bir devlet dairesine girmem gerekse bir kaç gün önceden kabuslar görmeye başlarım. Daha önceki tecrübelerim bir bir aklıma gelir, bu konudaki başarısızlıklarım gözümün önünden ağırbaşlı bir cenaze korteji gibi yavaş yavaş geçer. Meşhur birinin cenazesine benzer bu, bitmek bilmez. İçim daralır. Daha gitmeden hesabımın kesildiğinden emin olurum. Şüphesiz bu tecrübe de diğerleri gibi olacaktır. Gideceğim masayı bir türlü bulamayacak, bulsam da sıralarda saatlerce bekleyecek ve suratsız bir memur tarafından iyi ihtimalle o gün kötü ihtimalle ise ertesi gün küçümsenecek olduğumu bilirim.

Devlet kapısı, benim için her zaman Kafka’nın ‘Dava’da sözünü ettiği o mahkeme kapısı gibidir. Tamamen benim için ama bana her zaman kapalı. İçeri girmekten çok önünde beklemek için yapılmış bir kapı. Kafka başka bir yerde devlet dairelerine dair şunları yazar: “Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. Sigara içmek kesinlikle yasaktır. Bu yasağın kapsamına soluk almak da girer. Buna karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider. Kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır. Buraya giren, yalnızca bir vizite kağıdı ya da pasaportunun uzatılmasını istese bile kendini suçlu hisseder. En iyi olasılıkla bir dilek sahibidir, aslında ise suçludur.”

Yakında çıkacağım bir yolculuk nedeniyle şu aralar sık sık devlet kapılarını aşındırmam gerekiyor. Bir sürü kağıt işi. Elimde bir takım evraklarla durmadan oradan oraya koşturuyorum. Bu sıcakta oflaya puflaya ilerleyen bir buharlı tren gibiyim. Seferler bitmek bilmiyor. Arada bir, ben de buhar boşaltmak ya da iyisi mi düdüğümü acı acı öttürmek istiyorum. Ama ne mümkün! Her memurun karşısında bir kez daha anlıyorum ki, daha en başından suçluyum ve haksızım. Çünkü bir ricacıyım ben. O binada bir yer işgal ediyor, istenmeyen soluğumla havayı tüketiyorum. Böyle anlarda, ‘Merhaba Kafka!’ diyorum bazen yüksek sesle. Galiba yavaş yavaş deliriyorum.

Kimi günler biraz daha kalender oluyorum. O zamanlarda da, Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’daki o muhteşem devlet dairesi tasviri geliyor aklıma. İyi bir iş kovalayıcısı olan Turgut’u kendime örnek almaya gayret ediyorum. Pabuçlarımın üzerindeki her bir lekeyi uzun uzun inceleyerek sırada beklerken, onun birbiri ardına sıraladığı kuralları hatırlamaya çalışıyorum: “Elini hiç bir kağıda uzatmayacaksın: on emrin birincisi budur. Söze erken başlamayacaksın, hiç bir düşünce ileri sürmeyeceksin, hiç bir şey bilmezmiş gibi görüneceksin, garip şekilde giyinmeyeceksin, ellerini masaya dayamayacaksın, seni baştan savmalarına yol açmamak şartıyla kendine acındıracaksın, gülümseyeceksin, bekleyeceksin… ve hiç bir zaman ümide kapılmayacaksın.”

Hepsi tamam da, ben bu sonuncusunda çuvallıyorum işte. Bundan kaybediyorum. Çünkü her seferinde öyle bir an geliyor ki, ‘İşte bu sefer tamam,’ diyorum kendi kendime, ‘Bu sefer hallettik.’ Oysa her zaman bir pürüz çıkıyor. Ya yanlış sırada bekliyor oluyorum, ya beklediğim memur gelmiyor, ya da geliyor ama masasına oturur oturmaz ‘Bu evrakı sadece saat 4’e kadar alıyoruz’ deyiveriyor. O zaman saat 4’e kadar neredeydin be adam? Bunu diyemiyorum. Alın bu evrakı! Onun hisleri yok, aldırmayacaktır. Bunu da diyemiyorum.

Ya da netice almaya çok yaklaştığımı düşündüğüm bir anda, bazı belgelerin eksik olduğu ortaya çıkıyor. Basit şeyler bunlar. Nüfus cüzdanı fotokopisi falan gibi mesela. O zaman insanı fotokopiciye gönderiyorlar. Aşağıda canından bezmiş bir adam bir takım teknolojik aletlerin başında oturuyor. Göz göze gelmeyi başarabilirseniz derdinizi söylüyorsunuz. ‘Fotokopi?’ ‘Bozuk,’ diyor. ‘Peki tarayıcı?’ ‘O ne ki?’ ‘Yazıcı?’ ‘Yok bizde.’ O zaman bibuçuk kıymalı pide rica edeyim, demek istiyorum. Dedim ya, yavaş yavaş deliriyorum.

Halletmem gereken kağıt işlerinin başındayım henüz. Daha bunun pasaportu var, vizesi var, hatta belki Ankara’ya gidip gelmesi var. Daha çok kapı var önümde. Aklıma sahip olmalıyım. Turgut’un dediği gibi, Budist olmalıyım. Ağaç, taş ya da bambu olmalıyım. Her şeyi ama her şeyi tevekkülle karşılamalıyım.

Gitmeme bu kadar az kalmışken, balataları yakıp damga, mühür, pul falan diye sayıklayarak dolaşan bir meczup olmamalıyım.

Monday, December 28, 2009

Sağda uygun bi yerde…


BirGün 27 Aralık 2009

Geçen pazar gecesi feci bir yağmurun altında Tünel’den Taksim’e doğru yürüyordum. Şimşekler çakıyor, uzun süredir gördüğüm en büyük yağmur yağıyordu. İstiklal Caddesi neredeyse bomboştu. Anlaşılan, herkes bir yere sığınmış yağmurun dinmesini bekliyordu. Ben de bir yandan böyle bir havada dışarı çıkma gafletinde bulunduğum için kendime kızıyor, bir yandan da şemsiyemin kontrolünü kaybetmemeye çalışıyordum. Onu iki elimle sıkı sıkı tutmuş yüzümde patlayan rüzgara karşı bir silah gibi doğrultmuştum. Önümü falan gördüğüm yoktu. Körlemesine ilerliyordum.

Sonra birden sancak tarafımda ufak tefek bir adam peydah oldu. İki eliyle kapişonunu tutarak şemsiyemin altına giriverdi. “Çok ıslandık. Biraz böyle gelsek” dedi dili dolaşarak. Böyle çoğul konuşunca gayri ihtiyari yanında başka biri var mı diye baktım. Sonra anladım ki, arkadaş İngiltere kralları gibi kendinden ‘biz’ diye söz edenlerden. Ondan uzaklaşabilmek için bir iki zigzag yaptım. Nafile. Bana mısın demedi. Adımlarını benimkine uydurup şemsiyemin altında yürümeye devam etti. Bu adam sarhoş falan olabilirdi ama asla aptal değildi. Ben gözlerimi açıp “Hayırdır?” deyince omuzlarını silkti ve “Dolmuş değil mi? Ücreti neyse veririz” dedi. Güldüğümü görmesin diye kafamı çevirdim. Adımlarımı iyice hızlandırdım. Böyle bir müddet yürüdük. Sonra baktım olmuyor, “Ben sizi sağda müsait bir yerde bırakayım,” dedim. Pek memnun olmadı. Ama dolmuş değil mi? Kaptanın dediği olur. Gönülsüzce şemsiyenin altından çıkıp uzaklaştı.

Eve gelip saçımı başımı kuruttuktan sonra oturup düşünmeye başladım. Böyle şeyler neden hep benim başıma gelir? Neden bütün sarhoşlarla deliler beni bulur? Bir keresinde Beşiktaş’ta bir meczup ‘Bir atkım bile yok’ diye bağırarak üstüme yürümüş ve bir öğrencimin benim için ördüğü kaşkolumu kapıp götürmüştü. Vermiştim tabii. Direnmenin anlamı yoktu. O, atkı istemek için gözüne beni kestirmişti. Tıpkı yağmur altında otostop yapmak için benim şemsiyemi seçen o adam gibi.

Kediler ve mendilci çocuklar da (ki bu ikisi tamamen aynı prensibe göre işler) önce bana gelirler. Eskiden Ankara’da Sakarya’da bir gözlemeci vardı. Önü hep sokak çocuklarıyla dolu olurdu. Ne zaman gözleme alacak olsam, bunlardan bir tanesi fırlayıp önüme dikilir, elimdekini isterdi. Onu verir, bir tane daha alırdım. Bir çocuk daha peydah olur, tamamen aynı sahne tekrarlanırdı. Bir keresinde, artık canıma tak etmiş olacak ki, ‘Vermeyeceğim’ dedim. O zaman bu çocuklardan biri, bana doğru uzandı ve kirli elleriyle gözlememi iyice bir mıncıkladı, ‘Yiyesin o zaman şimdi’ dedi. Yüzüne bakınca, ona karşı hiç bir şansım olmadığını anladım. Gözlemeyi bankın üzerine bırakıp uzaklaştım.

Bunları yazarken, aklıma ‘Tutunamayanlar’daki bir bölüm geliyor: hani Selim’in ‘kitabî’ biri olduğunu kabul ettiği şu meşhur tiradı: “Bana kitap kurdu, boş hayaller kumkuması, hayatın cılız gölgesi gibi sıfatlar yakıştırılabilir. Kitaplardan, yaşantılarım için yararlanamadığımı da yüzüme vurabilirsiniz. Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü. Manava inanmadığım halde beni aldatıyor namussuz.”

Bu böyledir gerçekten de, manavlar hemen anlar yüzünüzden uyanık biri olup olmadığınızı. Ve her ne görüyorlarsa suratınızda, dolduruverirler çürük çarık domatesleri, elmaları, şeftalileri kesekağıdının içine. Sizin manava inanıp inanmamanız hiç önemli değildir. Manav sizi bilir. Üç kilometre öteden tanır ve ona göre davranır.

Çünkü siz hayatı kitaplardan öğrenmişsinizdir. Başkalarını incitmekten korkarsınız. Onun için hep biraz ürkek bakarsınız. Efendimli, lütfenli konuşursunuz. Bir şey isterken ‘rica ederim’ dersiniz. Özür dilersiniz. Üstelik bazan gerekmediği halde yaparsınız bunu. Dalkavukluktan, ricacılıktan ya da kibarlık budalalığından değildir bu tavrınız. Öylesinizdir. Diğer çocuklar sokakta oynarken, siz evde o kitapları okuya okuya böyle olmuşsunuzdur. Ona göre davranırsınız.

Oğuz Atay’ın dediği gibi, kitap okumanız manavın sizi aldatmasını engellemez. Hatta bunu gerektirir. Ama bu iş çürük sebze meyveyle bitmez. Kimsenin farketmediği şeyleri görür olursunuz. Başkaları için görünmez olanlar size görünür.

İşte o zaman şehrin hayaletleri peşinize takılır; sarhoşlarla deliler, kedilerle mendilci çocuklar gelip sizi bulur. Zamanla buna alışır, yaşar gidersiniz.

Saturday, December 12, 2009

Ulysses a la Turca


Ulysses a la Turca:
Tutunamayanlar’da öznel anlatının sınırları
Kitap-lık 122, Aralık 2008

Tutunamayanlar, tamamen kendine has ve hiç bir şüpheye meydan bırakmayacak kadar Türkiyeli bir romandır. Ancak, daha geniş bir perspektiften bakıldığında, Atay’ın romanının Joyce’un Ulysses’ine bir cevap olarak da okunabileceğini görürüz – elbette yine çok özgün ve Türk işi bir cevap. Joyce ve Atay, bir çok açıdan karşılaştırılabilir: Tutunamayanlar da, Ulysses gibi, farklı üsluplara ve dillere açık bir romandır mesela. Ancak bundan bahsetmek bu yazının sınırlarını zorlamak olacağı için, ben yalnızca, Atay’ın Joyce’un alameti farikası sayılabilecek bilinç akışı yöntemini nasıl kendi üslubuna özgü bir şekilde kullandığına ve bunun üzerinden yazının sınırlarıyla nasıl hesaplaştığına değinmek istiyorum.

Bilinç akışı modernist edebiyata özgü bir tekniktir. Belki ilk kez onun tarafından kullanılmamıştır ama Joyce’un bu tekniği geliştirdiğini ve mükemmelleştirerek üslubunun bir parçası haline getirdiğini söylemek yanlış olmaz. Bilinç akışı, iç monoloğun özel bir hali olarak kabul görür genellikle. İç monologdan farklı olarak, bilinç akışında düşünce ve duygular, herhangi bir konuya odaklanmış olarak ve belli bir düzenleme içinde sunulmaz okuyucuya. Tamamen çağrışımsal bir akış içinde verilir. Anlatıcının öznelliği üzerine kurulu bu teknik, aralarında Franco Moretti’nin de bulunduğu bir çok eleştirmene göre, kapitalist dünyanın yeni metropollerinin yarattığı anlam fazlasının yazıya tercüme edilmiş halidir. Başka bir deyişle, evden dışarıya adımını attığı anda binlerce imgeyle bombardımana uğrayan modern insanın zihninin akışıdır. Ulysses’de hemen her şey karakterlerin zihninden geçerek ulaşır okuyucuya. Yani bir bilinç tarafından filtre edilmemiş haliyle dışarıdaki dünyanın gerçeğine ulaşma şansımız pek yoktur. Zaten, belki de özneden bağımsız olarak böyle bir gerçek de yoktur. Dolayısıyla karakterlerin zihnine gireriz ve yazarın düzeltici makyajı olmadan – bu mümkün müdür? – daha zayıf bir gramerle, parçalanmış cümleciklerle, birbirini mantık silsilesi içinde takip etmeyebilen bir takım algı parçacıklarını ve düşünceleri ard arda görmeye başlarız. Kopuk kopuk ve perspektifi bozuk bir sekanstır bu. İşte tam da bu nedenle, Moretti Joyce’un üslubunu, “dildeki kübizm” diye tanımlar. Her zaman fazladan bir cümleye, yeni bir perspektife yer vardır. Moretti’ye gore, Joyce’un tekniği “anlamsız olananın, banal gündelik hayatın dilidir”, öyle ki, bu banalliği verili bir şey olarak kabul eder ve “şiirsel olmaya çalışmaz.” (Modern Epik, Agora Kitaplığı)

Bu böyle midir gerçekten? Bu kadar kendiliğinden, bu kadar müdahaleden uzak, bu kadar rastgele midir Joyce’un Ulysses’de karakterleri için seçtiği dil ya da diller? Rasyonel olanı tamamen reddeder mi mesela? Bu soruyu yanıtlamaya çalışmanın, ilginç bir yolu Atay’la Joyce’un bilinç akışını özel bir şekilde kullandıkları iki pasajı karşılaştırmaktan geçiyor bence. Yani, Ulysses’in kapanış bölümü olan Molly’nin monoloğu ile Tutunamayanlar’da Günseli’nin konuşmaya başladığı onbeşinci bölümden söz edeceğiz.

Ulysses’in son bölümü, Homerik referansı ile söylersek “Penelope” bölümü, Molly’nin sesini ilk kez birinci elden duyduğumuz, noktalama işaretleri kullanılmadan yazılmış sekiz cümleden oluşan uzun bir pasajdır. Eleştirmenlerin büyük bir çoğunluğu, ağız birliği etmiş gibi, bu bölümü akışkan şeylere benzeterek tanımlarlar. Kimi Molly’nin zihninin sularına adım atmaktan bahseder, kimi onun akan düşüncelerine “nehir” der. Ama hepsi sonuçta bir akıştan söz ederler. Molly’nin tiradı, gerçekten kitabın diğer kısımlarından farklıdır. Bilincin askıya alındığı, daha çok zihnin uykudan önce sayıklamalarına benzeyen ve bilinçaltının karanlık sularını da çağrıştıran bir akıştır bu. Özellikle de bu nedenle, Bloom’un kesik kesik cümle parçacıklarıyla, yarım bırakılmış cümlelerle, hatta kimi zaman birbirinden koparılmış sözcüklerle ilerleyen düşünceler silsilesiyle tamamen bir karşıtlık içindedir.

Aşağıdaki pasaj Lotus Eaters bölümünden, Bloom’un Molly’e sabun aldığı sahneden. Bloom aynı anda, hem Molly’i, hem gizli gizli mektuplaştığı Martha’yı, hem mastürbasyon yapabileceği bir banyo sefasını, hem de gün içinde katılması gereken cenazeyi düşünüyor. Bütün bunları tetikleyen ise eczalardan, süngerlerden ve banyo liflerinden yayılan koku:
Gözlerinin siyahlığını iyice ortaya çıkarıyor. Bana bakarak çarşafı gözlerine tutmuş, İspanyol, kendisini koklaması, ben kol düğmelerimi iliklerden. Bu kocakarı ilaçları bazen en iyisi: Dişler için çilek: Isırganotuyla yağmur suyu: Ayrana bastırılmış yulaf ezmesi: Cildi besler. Eski kraliçenin oğullarından birinin, Albany dükü müydü? Derisi bir katmış. Leopold, evet. Bizimkiler üç kattır. Siğiller, nasırlar ve sivilceler işi daha da güçleştirir. Parfüm de gerekir ama. Karının nasıl bir parfüm? Peau d’Espagne. Şu portakal çiçeği suyundaki tazelik. Bu sabunlar ne güzel kokuyor. Saf Marsilya sabunu. Şu köşede bir banyo alacak zamanım var. Hamam. Türk. Masaj. Top top kirler göbeğinde toplanır. Seni güzel bir kız keselese daha güzel. Bir de herhalde ben. Evet ben. Banyoda yapayım bir. İçimde tuhaf bir özlem. Su suya karışsın. İşle zevk bir arada. Masaj için zamanım yok yazık. Bütün gün dipdiri olurdum. Cenaze töreninde bir sürü ekşi surat. (Ulysses, YKY, 5-117)

Bu da Lestrygonians epizotunun sonunda Boylan’ı gördüğünü sandığı andaki telaşı ve şaşkınlığı. Kendisini bütün korkularından kurtaracakmışcasına, Molly ile özdeşleştirdiği sabununu arıyor:

Şeyi arıyorum işte. Evet, şeyi. Bütün ceplerime bakayım. Mend. Freeman. Nereye yarabbi? Ha, evet. Pantalonumun. Patates. Cüzdan. Nerede?

Çabuk. Yavaşcana ilerle. Bi saniye daha. Kalbim.

Eli nereye koydum o şeyi ararken arka cebinde sabun losyonu unutmamalıyım sıcacık yuvasına tıkılı paketi buldu. Ah, burdaymış sabun evet. Kapı.

Rahatız! (8-222)

Bloom’un kesik kesik ama hızla ilerleyen ve kimi zaman cümleleri tamamlama zahmetine bile katlanmayan zihninden Molly’nin melodik, akıcı ve neredeyse bir ninniyi çağrıştıran düşüncelerine geçtiğimizde önce şöyle bir afallarız. Çünkü Molly bambaşka bir dili konuşmaktadır. Evet, Molly çoğu kez basit bir dil kullanır. Evet, kendisi de basit bir kadın gibi kıskançlık eder, kin tutar, küçük hesaplar yapar ve saçmasapan batıl inançları ile bizi bezdirir. Ama yine de onun dili, akıcılığında bir o kadar da şiirsel olabilen bir dildir:

[…] yağmur ne güzeldi güzellik uykumun ardından tazeleyici Cebelitarık gibi mi olacak diye endişelendiydim yarabbim her yanı gece olmuş gibi karayel esmeye başlamazdan önceki o sıcaklar kayanın da bir dev gibi rüzgarı önlercesine dikilirken parıldayışı onların 3 Rock dağına kıyasla matah bir şey sanıyorlar onu yer yer kırmızı nöbetçi kulübeleriyle halbuki orada kavaklar hepsi de pırıl pırıl ya sarnıçlardaki yağmur suları güneşin altında […] (18-813)

Molly’nin tiradı, o dönem için beklenmedik tasvirlerle ve Boylan’la ilişkisini anlatan cinsel imgelerle yüklü olsa da, aslında melankolik bir dokuyla da örülüdür, çünkü Molly Boylan tarafından kullanıldığının farkındadır ve o ilişkiyi istemez aslında. İstediği şey cinsellikten çok sevilmektir. Yani Bloom’un onu gençliklerinde olduğu gibi aşkla ve şefkatle sevmesini ister. Onun için bu bölüm ve kitabın tümü, tutkulu olduğu kadar hüzünlü de olan (çünkü bu an sonsuza dek kaybedilmiştir artık) bir pasajla sona erer:
[…] Endülüslu kızlar gibi gülü saçıma taktığım zaman yoksa kırmızı mı taksam evet Mağribi duvarının altında beni nasıl öptüğünü de ve düşündüm ki bir başkası olacağına o olsun ve gözlerimle sorduydum ona gene sorsun diye evet o da sorduydu bana ister miyim diye evet evet diyeyim diye dağ çiçeğim benim sonra ilkin kollarımla ona sarıldım evet kamilen parfümlediğim memelerimi hissedebileceği şekilde onu ta kendime çektim evet ve onun yüreği çılgınlar gibi vurmaktaydı ve evet dediydim evet isterim Evet. (18-841)

Moretti, bilinç akışını gündelik hayatın sıradanlığını ve banalliği anlatan şiirden yoksun bir üslup olarak tanımlasa da, Molly’nin dilindeki ögelerin sıralanışının rastlantısal ve kurgudan uzak olduğunu söylemek çok zordur. Üstelik, bu pasaj, tensel -- ve ara ara neredeyse pornografik – tonlar taşısa da, herhalde edebiyat tarihindeki en lirik finallerden biridir.

Aslında, ilk bakışta Molly’nin ve Günseli’nin konuştuğu bölümler birbirlerine çok benzerler: üçüncü tekil şahıs anlatıma başvurulmamış olması, aynı noktasız virgülsüz cümleler ve fikirleri sonu gelmeyen bir konuşma şeklinde sunan bir anlatım biçimi. Günseli’nin bilinci de, Molly’ninki gibi, bilinç akışı, serbest çağrışım ve olayların nakledilmesine dayalı bir kaç tekniğin bir araya gelmesinden oluşur. Tabii, unutmamamız gereken bir farklılık da vardır burada: Molly’nin düşünceleri tamamen sessiz iken, Günseli kendisininkileri seslendirmektedir aslında. Kullandıkları tondaki benzerlik, Günseli’nin uzun süredir içinde tuttuğu anıları trans halindeymişcesine Turgut’a anlatıyor olmasından kaynaklanır.

İki bölüm arasındaki en dikkate değer benzerliklerden biri de, Ulysses’de de Tutunamayanlar’da da kadın ve erkek sesleri arasında hemen göze çarpan bir farklılık olmasıdır. Bir çok feminist eleştirmen, Joyce’u erkeksi dilin kalıplarının dışına çıktığı ve Molly’nin monologunda kadın dilinin temsilini sunduğu için tebrik ederken, Suzette A. Henke gibi bir takım ayrıksı feminisler de, erkek karakterlerini entelektüel ya da imgece zengin dillerle mükafatlandırırken, Molly’nin dilini bir takım pornografik çağrışımlarla sınırlı tuttuğu için ona kızarlar. Henke’ye göre, Joyce’a gerçekten kızmamız gerekir, çünkü Molly, Aristo’nun müstehcen bir embriyoloji kitabı yazan sıradan bir adam, Rabelais’nin de sindirim sistemi üzerine bir takım grotesk çalışmalar yapmış ucuz bir yazar olduğunu düşünecek kadar cahil bir kadın olarak resmedilmiştir. (Joyce's Moraculous Sindbook, Ohio UP)

Bu biraz tartışmalı bir konu olsa da, Joyce’un Molly’e bir kadının dilini vermekte ısrarlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu dil, Henke’nin dediği gibi kadınların gerçek dili değil de erkeklerin onlara projekte ettiği bir dil olabilir ama sonuçta kitaptaki erkek karakterlerin dilinden çok farklıdır. Aynı şekilde, Günseli’nin dili de Turgut ve Selim’inkinden farklıdır. Ancak, bu karşıtlık Ulysses’de entelektüel bir temel üzerinden sağlanırken, Tutunamayanlar’da ironinin yerini daha duygusal bir tona bırakması sayesinde kazanılır. Berna Moran, anlatının Günseli’nin konuştuğu bölüme ulaşması ile beraber romanın tonunda duyulabilir hale gelen dramatik değişikliğe dikkat çeker.

Tutunamayanlar’a egemen olan ton iğneleyici bir zekanın alaycı tonudur, çünkü gerek Turgut’un gerekse Selim’in tonudur bu. Ancak, ikinci yarıda Günseli’nin Turgut’a Selim’i anlattığı onbeşinci bölümde, bu kıvrak ve alaycı ton yerini duyarlı ve duygulu bir tona bırakır zaman zaman. Gerçi bu sayfalarda anlatıcı Günseli’dir ama gerçekte dinlediklerimiz Selim’in ona söyledikleridir. (Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış II, İletişim)

Berna Moran’a katılmamak mümkün değil. Ancak, tabii yalnızca Selim’in kendisini Günseli’ye nasıl açtığını duymakla kalmayız, bir yandan da Günseli’nin gözünden Selim’i görürüz. Sonuç çok ilginçtir: Bu bölümde gördüğümüz Selim, bambaşka biridir. Kendini bir başka insana açabilmiş ve olduğu gibi davranabilmiştir. Dolayısıyla, bir kadının sesi ve söylemi, Tutunamayanlar’da Ulysses’de olduğundan daha farklı bir işlev görür: bize Selim’in kadınsı taraflarını gösterir. Üstelik bir kadının gözleriyle bakıldığında, kahramanımız o soyut ve kitabi halinden kurtulmuş ve Günseli’ye duyduğu aşk sayesinde sonunda dünyaya ayak basmış ve insanlaşmıştır. İnsanların “roman kahramanlarına benzeyebildikleri oranda gerçek olduklarını” (423) düşünüyor olsa da, sıradan ve herkes gibi alelade biri haline geleceğinden korksa da (428), aşık olduğunu itiraf etmekten çekinmez: “ben mahvoldum dedi ben romantik oldum hiç bir ilaç beni iyileştiremez artık” (427).

Günseli’nin sesi içten, duygulu ve yumuşaktır. Doğal ve üzerinde çalışılmamış bir hali vardır. Selim’i rahatlattığı gibi bize de inandırıcı gelir. Çok yalın bir dille konuştuğu ve Selim’den nasıl vazgeçemediğini anlattığı şu pasaja bakalım:

[…] o yaz bir inşaatta çalışıyordu sabahtan akşama kadar o kadar kirleniyordu ki yüzü tanınmaz duruma geliyordu bir gün ona uğramıştım amelelerden utanmıştı yüzündeki kirden dudakları beyaz görünüyordu tozun içinde güzeldi heyecanlandım bir sure ayrılamadım ayrılmak istemiyordum ameleler bize bakıyordu kirliydi yorgundu utanıyordu terliyordu mutluydu ondan ayrılmak düşüncesine dayanamadım […] (427)

Berna Moran’ın sözünü ettiği “içten aşk söylemi” bu olsa gerek. Selim’in Günseli’ninkine karışan sesi ise kimi zaman bir çılgın bir vaizin sesini andırır. Onun sonu gelmeyen uzun cümleleri, Günseli’nin kısa yanıtları ile kesilir, buna Turgut’un yorumları eklenir ve bu bölüm böyle akar gider. Üstelik, yazar bir karakterin zihninden öbürününkine, bir sesten ötekine geçiverir hiç bir uyarıda bulunmadan. Kimin konuştuğunu tesbit etmek gitgide güçleşir. Hatta konuşuluyor mu, düşünülüyor mu, bunu anlamak da mümkün değildir artık:

[…] beni de yemeğe çağırsaydınız Günseli hiç böyle görmemiştim onu şimdi bunu yeniden nasıl yaşamalı […] onu sizin yanınızda görür gibi oluyorum hayır göremiyorum bu acıya nasıl katlanacağım katlanacağız […] ağlıyorsunuz Günseli keşki ben de ağlayabilseydim ne yazık ki bu huyumu unutalı yıllar oldu bana da öğretin nasıl ağlanır onun arkasından nasıl yas tutulur […] (428)

Turgut burada daha çok kendi kendine konuşuyor gibi görünüyor. Bu düşünceleri seslendirip seslendirmediğinden emin değiliz. Bu pasajda, iç monologun kendiyle hesaplaşma halini buluyoruz, ama şimdi okuyacağımız bölümde artık sesleri birbirinden ayırdetmekte de zorlanacağız. Noktalama işaretlerinin kullanılmaması ve Türkçe de dişil ve eril zamirlerin bulunmamasından faydalanan Atay, doğanın ve gramerin kurallarını alt üst ederek karakterini tek bir zihinde buluşturmakla kalmıyor, geçmişle şimdiyi de örtüştürmeyi başarıyor. Bu teknik sayesinde, Turgut Günseli ile konuşurken, bir yandan Selim’le de yeniden buluşmuş oluyor.
[…] hiç olmazsa elim var ayağım van beni seven Günseli var az deyip geçmeyin büyük fedakarlıklarla kumpanyamıza seyirci olarak getirtmiş olduğumuz Günseli biz oynarken seyredecektir evet Günseli madem ki geldin dünyüya alışmalısın her rüyaya beni de oynat diye düşündü Turgut peki siz de buyrunuz hoşgeldiniz sefalar getirdiniz içeri girerken neden ayaklarınızı silmediniz hoşbulduk Selim hoşbulduk tiyatro sahnesini boş bulduk da biraz ondandır cesaretimiz […] (453)

İki arkadaş kafiyelerle konuştukları günlere, okuldaki atışmalarına dönüverirler böylece. Rüya da olsa, kimin rüyasıdır bunu bilemeyiz. Bunun Turgut’un zihninde cereyan ettiğini varsayarız. Herhalde bu karşılaşma, orada gerçekleşmektedir diye düşünürüz. Ama metnin bu noktasına gelindiğinde, bunu önemi yoktur aslında, çünkü biraz sonra bütün kuralların ters yüz edildiği ve bir çok şeyin aynı anda --hatta aynı cümlenin içinde-- anlatıldığı bir sentaksa doğru gitmekte olduğumuzu farkederiz. Bu tür sınırlar çoktan aşılmış, sözler bozulmuş, metin çılgın bir hamle ile oyuncu bir özellik kazanmıştır bile. Bunu oyunun başladığını ilan eden bir yan sesin devreye girmesiyle kavrarız. Selim’in sesine vapurdaki satıcının sesi karışır::

[…] ben konuşmuyorum Günseli yüzlerce insan var herkes onları tanıyor ama ben konuşmuyorum ben yargılıyorum ben ben küçük görüyorum ben onlar gibi sürünmüyorum ben ben ben yoruldunuz Günseli bir ara verelim bir antrakt verelim on beş dakikalık aradan yararlanarak sayın yolcular kıymetli vakitlerinizi beş dakika işgal ederek sizlere hem yoluna devam et hem seyyar sinema seyret kabilinden memleketimizin tanınmış simalarının olaylı yaşantılarından dolaylı örnekler sunarak […] (436)


Benzer bir durum, bu bölümün sonuna doğru, artık dönüşü olmayan bir noktaya gelindiğinde, yani metin tamamen kontrolden çıkıp kaotik bir hal aldığında yeniden görülür. Günseli Selim’in intiharından önceki bir kaç günü hatırlar ve anlatır. Bu arada, monolog Selim’in ağzından babasına hitaben yazılmış bir intihar mektubuna dönüşür. Selim’in “baba ben artık bu evde yaşamak istemiyorum yıllardır ruhumuzu öldürdün” diye başlayan intihar mektubu/tiradı şöyle devam eder:

[…] sadece o soğuk mantığında tenkit ettin elektriği açık bırakmışsınız pencereyi kapatmamışsınız radyoyu kapatın başım ağrıyor roman okuyup gözlerinizi yormayın boşuna elektrik yanıyor […] kapayın pencereyi üşüyorum açın pencereyi yanıyorum tek heyecanım ölüm ondan korkuyorum çok yaşamak için iki nefes alıyorum bir nefes veriyorum gazetelerin bütün tavsiyelerini tutuyorum bak yaşlandım küçüldüm neredeyse gözden kaybolacağım öyle hafifledim ki evladım neredeyse gökyüzüne uçacağım aç bakalım şu radyoyu belki sevdiğin bir şey çalıyordur sen askere gittiğinden beri uzun zamandan beri sahalarımızda görülmeyen ve gerek hazırlanışı gerek atılışı bakımından cidden şayanı takdir bir goldü fakat ne oldu golun kahramanı Gürkan yerde yatıyor yardımcılar sahaya girdi geliyorlar kaldır beni evladım ölüyorum nefes alamıyorum yerden kaldırıyorlar (457)


Böylece, Selim’in tiradı olarak başlayan bölüm radyodan gelen futbol maçının gürültüleri ile kesilir. Maçı anlatan sunucunun sesi Selim’in sesine karışır, sahada olanlar da evde hikaye ile örtüşür. Bu bölüm gerçekten ilginçtir, çünkü noktalama işaretlerinin olmamasından faydalanan Atay, iki sahneyi birbirine geçirir ve aynı cümle içinde kesip yapıştırarak ikisini birden anlatır.

Yaralı futbolcuyla, nefessiz kalarak koltuğundan düşen babanın imgeleri örtüştüğünde, babanın sesiyle maçı anlatan spikerinin sesindeki benzerlik de dikkatimizi çeker. Yani görsel simetrinin yanı sıra, işitsel bir paralellik de kurulmuş olur. Babanın sesini noktasız virgülsüz konuşan spikerin sesine benzetmiş olmak manidardır elbette. Hiç durup dinlenmeden, neredeyse nefes bile almadan, hayatı boyunca aynı ses tonuyla aynı teraneyi sayıklamış bir adamın sesi ancak bu kadar iyi anlatılabilir. Ama Atay bununla da kalmaz: bunun hemen arkasından Turgut’un baba rolünü oynadığını ve ölmekte olan babayı anlatan bu sahnede seyirciyi kırıp geçirdiğini söyler bize. Yaşlandığında güçten düşen ve oğlunu manipule edebilmek için küçük oyunlar tezgahlayan babayı bir oyuncu olarak temsil etmek de ayrıca anlamlıdır bence.

Ve son olarak, bu bölümde Atay bize -- yani okuyucuya da -- doğrudan bir mesaj yollar. Çokca kendisiyle biraz da bizimle dalga geçer. Bu noktasız virgülsüz yazılmış bölümün, romanın okunması en güç kısmı olduğunun farkındadır. Eğer Tutunamayanlar okunması zor bir romansa, burası da herhalde romanın en okunamaz bölümüdür. Bir grup okuyucunun, bu bölüme geldiklerinde pes edeceklerini, belki bu kısmı atlayacaklarını, kim bilir belki de romanı topyekun ellerinden bırakacaklarını tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Bunun farkında olan Atay, Selim ya da Turgut’un da üniversitedeyken yapabilecekleri gibi, bir öğrenci şakasını anımsar ve kullanır. Yani bu bölümün yarısından itibaren düpedüz maç anlatır. Böylece, “sınavda maç anlatmak” diye özetlenebilecek öğrenci efsanesi de romanın bir parçası haline gelir. (Aslında popüler kültürden bu denli yararlanıyor olması da Atay’ı Joyce’un edebi kardeşi haline getiren özelliklerinden biridir.) Atay bilerek bu fikrin üzerine gider ve bu bölümde anlamın sınırlarını bunu kullanarak da zorlar.

[…] sizlere bu konser için Turgut Özben’in hazırladığı konuşmayı sunuyoruz spikeriniz Özdinç Erkaplan bugünkü konserde dinleyeceğiniz piyesin yazarı Selim Işık 1936’da N. kasabasında dünyaya geldi ve şimdi sıkıştırıyorlar topu uzaklaştırmaya çalışıyorlar deniz tarafındaki kaleye soldan akıyorlar taç babası mal müdürü Numan Bey onun küçük yaşta ortaya çıkan kabiliyetlerini soldan bir orta ve gol evet sayın dinleyiciler gol gol gol bütün orkestra üyeleri ayakta alkışlıyorlar itiraz ediliyor hayır hakemin kararı kesin gol radyosunu yeni açmış olanlar için tekrar ediyorum başbakan salona biraz once girdi ve erken keşfettiği için oğlu Selim’e bir piyano bir futbol topu bir daktilo makinesi ve Selim oynasın diye bir perdelik bir piyes almıştı […] (455)

Sonunda bu bölüm, bir konser, bir tiyatro oyunu ve bir futbol maçının o ana kadar takip edebildiğimiz ilişkiler ağı üzerine yerleştirilerek anlatılması ile devam eder.

İlginç olan şudur ki, Atay Batı’nın kanonik eserlerinden biri olan Ulysses’e yaklaşırken, Doğu’da genellikte yapıldığı gibi, romanda kullanılan teknikleri bire bir taklit etmenin çok daha ötesinde bir iş çıkarmayı başarmıştır. Sıradan bir uyarlama yerine, modernist romanın en kayda değer metodunu almış ve onu daha önce hiç denenmemiş bir şekilde kullanarak tamamen kendine has bir anlatı yaratmıştır. Metnin çağrışımları, yalnızca bu coğrafyada -- ve hatta Atay’ın bahsettiği yıllarda -- yaşayan insanların anlayabileceği gündelik ya da kültürel detaylarla örülürken, bir yandan da çeşitli dil oyunları ile zenginleşir. Jale Parla’nın da dediği gibi bu bölümde kadın ve erkek sesleri birleşir ve cinsiyetsizleşir (Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim). Bu ancak, Türkçenin verdiği esneklikle gerçekleşebilecek bir durumdur. Günseli’nin kendisi ile Selim arasındaki diyalogu Turgut’a aktardığı bir anlatı olarak başlayan bu bölüm, ortalarından itibaren karmakarışık bir hal alır ve sesler özelliklerini yitirerek birbirlerinden ayırdedilemez hale gelirler. Yani bir yandan Selim’le Günseli’nin geçmişteki, öte yandan da Günseli ile Turgut’un şu andaki diyalogu olarak böyle birbirine örülmüş iki kanaldan ilerleyen anlatı, birden bire kontrolden çıkar, bütün karakterlerin bilinçlerinin birbirine bağlı olduğu ve dolayısıyla bu bilinçler arasında bir geçişliliği mümkün kılan bir yapıya dönüşür. Bu nedenle, Selim’in “Günseli Günseli seli seli Selim Selim” (423) diye bir isimden ötekine geçivermesi de tesadüf değil, daha çok metnin gidişatına dair bir ipucudur. Metnin gidişatı da, daha evvel de söylediğimiz gibi kaotik ve, Joyce’unkinin aksine, pek de üzerinde çalışılmamış gibi duran bir yapıya doğrudur.

Öyle ki, formla içeriğin mükemmel bir uyum halinde olduğu bu bölümün sonuna yaklaşıldığında kullanılan anlatım biçimi, aklın ve dilin sınırları zorlayan -- dolayısıyla romanın ana temalarından biri olan rasyonalitenin sorgulanması meselesiyle parallellik taşıyan -- bir noktaya gelir. Eğer Joyce’unki dilde bir kübizm ise, Atay’ınkine de belki dilde sürrealizm demek gerekir. Atay bilinç akışını öyle bir şekilde kullanır ki, gerçeklik duygusunu tamamen yitiririz. Tamamen gerçeküstü bir yere doğru çekiliriz. Atay’ınki öyle bir gerçeküstücülüktür ki, okuyucuyu sıradan, alışılmış ve verili olarak kabul edilmiş her şeyi sorgulamaya davet eder. Kısaca söylemek gerekirse, bu bölümde Tutunamayanlar’ın en önemli teması bu sefer dil üzerinden açılır ve romanın hakim sloganı bir kez daha ve üstelik yüksek sesle duyulur: Sisteme karşı dur, sıradanlıktan kaç!




Atay, Oğuz. Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim Yayınları, 1984.

Henke, Suzette A. Joyce's Moraculous Sindbook: A Study of Ulysses. Ohio State University Press: Columbus, 1978.

Joyce, James. Ulysses. Çev. Nevzat Erkmen. İstanbul: YKY, 1996.

Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış (2), Istanbul: İletişim Yayınları, 1990.

Moretti, Franco. Modern Epik: Goethe’den García Márquez’e Dünya Sistemi, Çev. Nurçin İleri/Mehmet Murat Şahin, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2005.

Parla, Jale. Don Kişot’tan Bugüne Roman, Istanbul: İletişim Yayınları, 2000.