Tuesday, January 01, 2013

Sürpriz

BirGün Pazar
30 Aralık 2012

Bu hafta Şule Gürbüz’ün Kambur adlı romanını okurken, beni çok sarsan bir pasajla karşılaştım.

Ne desem, hani olur ya günün birinde, deniz kıyısında kayalık bir yere gitmişsinizdir; elinizde bir şarap şişesi vardır; ayaklarınız çıplaktır; dalgaları seyretmişsinizdir. ya da böyle bir şeyi hayal etmişsinizdir.

Boş bulunup da -ki başka türlü bir şey anlatılmaz- birine anlatırsanız, en geç iki üç gün sonra "Gel!"
der, "sana bir sürprizim var". Hâlâ alık alık bakarsınız, ve ayıptır söylemesi, bu yaşa gelmişsinizdir, hâlâ bir şey bekler, sürpriz bir şey olacak sanırsınız.

(Tüm sürprizlerin!... sizden çalınanlarla gerçekleştiğini ve yeni bir şey gibi sunulduğunu unutup.. -size müstahaktır ya neyse..).

Sizi, sizin kayalığınızdan daha alçak bir kayalığa götürür, elinize daha aşağılık bir şarap verir, ve "Hadi" der, "hadi mutlu ol."

Bu bölümü okuduktan sonra kitabı kapatıp kenara koydum. Sürprizlerle ilgili bildiğim hatırladığım ne varsa tepeme üşüşmüştü çünkü.

Sürprizlerden hoşlanmam. Hayal kırıklığı ile karışık karın ağrısı yaratır bende hepsi. Aklıma sıra sıra yaş günleri, yılbaşları, yaz tatilleri geldi. Karşı tarafı üzmeyeyim diye gülümsemeye çalışmaktan çarpılan suratımı hatırladıkça karardım.

Hatırladıklarımın hiç biri güzel değildi. Bunda şaşılacak bir şey yok gerçi. Sürprizin iyisi olmaz bence. Ama aralarında bir tanesi var ki,  onu aklımdan uzun süre söküp atamadım.

Eğitim hayatımın büyük bir bölümünü İzmir’de bir devlet lisesinde geçirdim. Aynı okulda, aynı insanlarla geçirilen upuzun bir yedi seneydi bu. Sonlarına doğru uzaklaşmaktan başka hiçbir şey düşünemez hale geldiğimi hatırlıyorum.

Aslına bakarsanız, hayatımın büyük bir yanlış anlama üzerine kurulu olduğunu düşünüyordum. Bir iki yakın arkadaşım dışında herkes bana dair saçma fikirler besliyordu. Çoğu, boş zamanlarında romantik şiirler yazmaktan hoşlanan biri olduğumu sanıyor ve bana öyle davranıyordu. Bir keresinde, öğle tatilinde bizim bloğun bahçeye bakan penceresine dayanmış Budala’yı okurken, sınıfın bıçkın oğlanlarından biri suratında çarpık bir sırıtışla yanaşıp, “Tam kendine göre kitabı bulmuşsun,” demişti. Bir başkası ne zaman ben konuşsam eliyle keman çalıyormuş gibi yapıyordu.

Bütün bunlar çok yorucuydu. Bir an evvel üniversiteye gitmek ve beni tanımayan insanların arasında olmak için dayanılmaz bir istek duyuyordum. Böylece her şeye başından başlayabilecek ve sonunda tamamen özgür olacaktım.

Son sene yılbaşı yaklaşırken, üzerimdeki ağırlık iyice arttı. Yılbaşlarından özellikle çekinirdim. Çünkü senelerdir sürdürdüğümüz bir gelenek vardı. Her sene toplanır kura çekerdik ve herkes kendine çıkan kişiye küçük bir yılbaşı hediyesi alırdı. Benimki hep aynı olurdu: Kapağında el ele tutuşmuş ya da çimlere uzanmış aşıkların fotoğrafının bulunduğu bir şiir defteri.

Yine de umut etmekten vazgeçmezdim. Belki bu sene birisi bir eldiven, bir masa oyunu, bir lastik ördek, ne bileyim, herhangi başka bir şey almayı akıl ederdi. Sıradan çizgili bir deftere bile razıydım. O bile daha iyiydi. Hem bu sene sınıfları karıştırmışlardı. Yeni gelenler, Almancılar, başka sınıflardan insanlar da vardı bizimkilerin arasında. Onun için zayıf da olsa bir umudum vardı.

Bir gün dersten sonra, yanıma yenilerden bir çocuk yanaştı. Almanya’dan gelmişti. Türkçesi kırık döküktü. Biraz da utangaç biriydi galiba. Hep elleri cebinde dolaşıyordu. “Bana sen çıktın” dedi. Bunun üzerine alıcı gözle baktım ona. Hoş çocuktu aslında. Gülünce gamzeleri görünüyordu. Daha evvel fark etmemiştim. Ben bunları düşünürken birden “Sana bir sürprizim var” deyiverdi. Sonra da sallana sallana yürüdü ve bahçeye çıktı.

Yılbaşına kadar son bir iki günü büyük bir heyecan içinde geçirdim. Daha evvel kimse bana sürpriz yapmamıştı. Lafı bile heyecan vericiydi. Acaba ne alacaktı? Her şey olabilirdi. Bunu düşünerek uykularım kaçıyordu.

Sonunda beklenen gün geldi geldi. Herkes sarıldı, birbirini tebrik etti. Ben sıramda yarı heyecandan yarı şaşkınlıktan büzülmüş bir şekilde oturup bekledim. Bizimki tepemde belirip acemice yapılmış bir paketi bana doğru uzattığında, güzel uzun parmaklarını gördüm. Demek elleri varmış, diye düşündüğümü hatırlıyorum.

Hediyeyi elime alır almaz ne olduğunu anladım ama renk vermedim. Boyu posu, yumuşak kapağının elimin altında hafifçe gömülen dokusu, hepsi dayanılmaz bir şekilde tanıdıktı. Nasıl olduysa, teşekkür edip gülümsemeyi başardım. “Açmayacak mısın?” dedi. Bunun üzerine paketi açıp defteri çıkardım. Üzerinde yaldızlı harflerle “Şiir Defteri” yazıyordu. Herhalde ne olduğunu anlayamayacak olanlar içindi bu. Sinirlerim bozulmuştu. “En sevdiğim şey, “ dedim acı acı “Nereden bildin?” “Arkadaşlar söyledi,” dedi gülümseyerek. Sonra da kendinden emin insanların rahatlığıyla geçip yerine oturdu.

Eve gidince, defteri götürüp diğerlerinin yanına yerleştirdim. Ve o sene defalarca yaptığım gibi, gelecek yıl her şey çok daha iyi olacak dedim kendi kendime.

Ertesi sene ise çoktan yetişkin olmuş ve en iyi sürprizin bile, “bizden çalınanlarla gerçekleştiğinianlamıştım.

No comments: