30 Aralık 2012
Bu hafta Şule Gürbüz’ün Kambur adlı romanını okurken, beni çok sarsan bir pasajla karşılaştım.
Ne desem, hani olur ya günün birinde, deniz
kıyısında kayalık bir yere gitmişsinizdir; elinizde bir şarap şişesi
vardır; ayaklarınız çıplaktır; dalgaları seyretmişsinizdir. ya da böyle
bir şeyi hayal etmişsinizdir.
Boş bulunup da -ki başka türlü bir şey anlatılmaz- birine anlatırsanız, en geç iki üç gün sonra "Gel!" der, "sana bir sürprizim var". Hâlâ alık alık bakarsınız, ve ayıptır söylemesi, bu yaşa gelmişsinizdir, hâlâ bir şey bekler, sürpriz bir şey olacak sanırsınız.
(Tüm sürprizlerin!... sizden çalınanlarla gerçekleştiğini ve yeni bir şey gibi sunulduğunu unutup.. -size müstahaktır ya neyse..).
Sizi, sizin kayalığınızdan daha alçak bir kayalığa götürür, elinize daha aşağılık bir şarap verir, ve "Hadi" der, "hadi mutlu ol."
Boş bulunup da -ki başka türlü bir şey anlatılmaz- birine anlatırsanız, en geç iki üç gün sonra "Gel!" der, "sana bir sürprizim var". Hâlâ alık alık bakarsınız, ve ayıptır söylemesi, bu yaşa gelmişsinizdir, hâlâ bir şey bekler, sürpriz bir şey olacak sanırsınız.
(Tüm sürprizlerin!... sizden çalınanlarla gerçekleştiğini ve yeni bir şey gibi sunulduğunu unutup.. -size müstahaktır ya neyse..).
Sizi, sizin kayalığınızdan daha alçak bir kayalığa götürür, elinize daha aşağılık bir şarap verir, ve "Hadi" der, "hadi mutlu ol."
Bu bölümü okuduktan sonra kitabı kapatıp kenara
koydum. Sürprizlerle ilgili bildiğim hatırladığım ne varsa tepeme
üşüşmüştü çünkü.
Sürprizlerden hoşlanmam. Hayal kırıklığı ile
karışık karın ağrısı yaratır bende hepsi. Aklıma sıra sıra yaş günleri,
yılbaşları, yaz tatilleri geldi. Karşı tarafı üzmeyeyim diye gülümsemeye
çalışmaktan çarpılan suratımı hatırladıkça karardım.
Hatırladıklarımın hiç biri güzel değildi. Bunda
şaşılacak bir şey yok gerçi. Sürprizin iyisi olmaz bence. Ama
aralarında bir tanesi var ki, onu aklımdan uzun süre söküp atamadım.
Eğitim hayatımın büyük bir bölümünü İzmir’de bir
devlet lisesinde geçirdim. Aynı okulda, aynı insanlarla geçirilen
upuzun bir yedi seneydi bu. Sonlarına doğru uzaklaşmaktan başka hiçbir
şey düşünemez hale geldiğimi hatırlıyorum.
Aslına bakarsanız, hayatımın büyük bir yanlış
anlama üzerine kurulu olduğunu düşünüyordum. Bir iki yakın arkadaşım
dışında herkes bana dair saçma fikirler besliyordu. Çoğu, boş zamanlarında romantik şiirler
yazmaktan hoşlanan biri olduğumu sanıyor ve bana öyle davranıyordu.
Bir keresinde, öğle tatilinde bizim bloğun bahçeye bakan penceresine
dayanmış Budala’yı okurken, sınıfın bıçkın oğlanlarından biri
suratında çarpık bir sırıtışla yanaşıp, “Tam kendine göre kitabı
bulmuşsun,” demişti. Bir başkası ne zaman ben konuşsam eliyle keman
çalıyormuş gibi yapıyordu.
Bütün bunlar çok yorucuydu. Bir an evvel üniversiteye gitmek ve beni tanımayan insanların arasında olmak için dayanılmaz bir istek duyuyordum. Böylece her şeye başından başlayabilecek ve sonunda tamamen özgür olacaktım.
Bütün bunlar çok yorucuydu. Bir an evvel üniversiteye gitmek ve beni tanımayan insanların arasında olmak için dayanılmaz bir istek duyuyordum. Böylece her şeye başından başlayabilecek ve sonunda tamamen özgür olacaktım.
Son sene yılbaşı yaklaşırken, üzerimdeki ağırlık
iyice arttı. Yılbaşlarından özellikle çekinirdim. Çünkü senelerdir
sürdürdüğümüz bir gelenek vardı. Her sene toplanır kura çekerdik ve
herkes kendine çıkan kişiye küçük bir yılbaşı hediyesi alırdı. Benimki
hep aynı olurdu: Kapağında el ele tutuşmuş ya da çimlere uzanmış
aşıkların fotoğrafının bulunduğu bir şiir defteri.
Yine de umut etmekten vazgeçmezdim. Belki bu sene
birisi bir eldiven, bir masa oyunu, bir lastik ördek, ne bileyim,
herhangi başka bir şey almayı akıl ederdi. Sıradan çizgili bir deftere
bile razıydım. O bile daha iyiydi. Hem bu sene sınıfları
karıştırmışlardı. Yeni gelenler, Almancılar, başka sınıflardan insanlar
da vardı bizimkilerin arasında. Onun için zayıf da olsa bir umudum
vardı.
Bir gün dersten sonra, yanıma yenilerden bir çocuk
yanaştı. Almanya’dan gelmişti. Türkçesi kırık döküktü. Biraz da
utangaç biriydi galiba. Hep elleri cebinde dolaşıyordu. “Bana sen
çıktın” dedi. Bunun üzerine alıcı gözle baktım ona. Hoş çocuktu
aslında. Gülünce gamzeleri görünüyordu. Daha evvel fark etmemiştim. Ben
bunları düşünürken birden “Sana bir sürprizim var” deyiverdi. Sonra da
sallana sallana yürüdü ve bahçeye çıktı.
Yılbaşına kadar son bir iki günü büyük bir heyecan
içinde geçirdim. Daha evvel kimse bana sürpriz yapmamıştı. Lafı bile
heyecan vericiydi. Acaba ne alacaktı? Her şey olabilirdi. Bunu
düşünerek uykularım kaçıyordu.
Sonunda beklenen gün geldi geldi. Herkes sarıldı, birbirini
tebrik etti. Ben sıramda yarı heyecandan yarı şaşkınlıktan büzülmüş bir
şekilde oturup bekledim. Bizimki tepemde belirip acemice yapılmış bir
paketi bana doğru uzattığında, güzel uzun parmaklarını gördüm. Demek
elleri varmış, diye düşündüğümü hatırlıyorum.
Hediyeyi elime alır almaz ne olduğunu anladım ama
renk vermedim. Boyu posu, yumuşak kapağının elimin altında hafifçe
gömülen dokusu, hepsi dayanılmaz bir şekilde tanıdıktı. Nasıl olduysa,
teşekkür edip gülümsemeyi başardım. “Açmayacak mısın?” dedi. Bunun
üzerine paketi açıp defteri çıkardım. Üzerinde yaldızlı harflerle “Şiir
Defteri” yazıyordu. Herhalde ne olduğunu anlayamayacak olanlar içindi
bu. Sinirlerim bozulmuştu. “En sevdiğim şey, “ dedim acı acı “Nereden
bildin?” “Arkadaşlar söyledi,” dedi gülümseyerek. Sonra da kendinden
emin insanların rahatlığıyla geçip yerine oturdu.
Eve gidince, defteri götürüp diğerlerinin yanına
yerleştirdim. Ve o sene defalarca yaptığım gibi, gelecek yıl her şey
çok daha iyi olacak dedim kendi kendime.
Ertesi sene ise çoktan yetişkin olmuş ve en iyi sürprizin bile, “bizden çalınanlarla gerçekleştiğini” anlamıştım.
No comments:
Post a Comment