20 Ocak 2013
Arkadaşlarımın
çocukları artık gelip ergenliğe dayandılar. Ortalık garip saç modelleri, rengi
atmış tişörtler ve mesaj uyarılarıyla inleyip duran telefonlardan geçilmez
oldu. Böylece hep birlikte başka bir boyuta ışınlanmış olduk: Sinir krizinin
eşiğindeki anneler zamanına.
Bu annelerden bir
kısmı çocuklarını sonsuza dek kaybetmiş gibi davranıyorlar. Tanıdıkları ve
sevdikleri kişi gitmiş, onun yerini yabancı ve kaba biri almış gibi geliyor
onlara. Üstelik haksız da sayılmazlar. Çünkü yasını tuttukları o küçük çocuk geri
gelmeyecek. En azından hatırladıkları haliyle. Bu garip yabancı da sahneyi terk
ettiğinde, ortaya çıkacak kişi yepyeni biri olacak. Artık çocuk olmayan biri.
Bir yetişkin. Yeniden tanışılması, ilişki kurulması gereken biri.
Bunu hayal etmesi
bile zor geliyor bana. Hal böyleyken, arkadaşlarıma hak veriyorum. Yas tutuyor
olmalarını da, sinirden tırnaklarını yemelerini de saygıyla karşılıyorum. Yine
de doğrudan bu işin içinde olmadığım için, ara ara meseleyi abarttıklarını düşündüğüm
oluyor.
İşte bu anlardan
birinde, bir süredir görmediğim yeniyetme oğlanlardan biriyle karşılaştım. Bir
iki sene öncesine kadar beni gördüğü her yerde boynuma atlayan ve bildiği bütün
fıkraları arka arkaya anlatmak isteyen o çocuk gitmiş (bu sonuncusuna
üzüldüğümü söyleyemeyeceğim), yerine sessiz ve içine kapanık bir genç adam gelmişti.
Üstelik tepeden tırnağa siyahlar giydiği için midir nedir, hafifçe tekinsiz
duruyordu. Önce Monte Kristo Kontu’nu andırdığını düşündüm. Ama konuşunca
ağzından Darth Vader sesi çıktı. Böyle olunca biraz kafam karıştı.
Annesine takılıp
geldiği için bin pişmandı. Aslında ben de öyleydim. Ne diyeceğimi bilemediğim
için, bir süre sessiz sessiz oturduk. Sanki birine bir şey olmuş gibi. Ya da dünyanın
sonu gelmiş gibi. Ben konuşmaya başlamasam daha saatlerce böyle oturabilirdik.
Ama sonunda dayanamayıp konuştum. Bir iki sorudan ve sayısız omuz silkmeden sonra,
cevap alabildim. Arkadaşlarıyla bir müzik grubu kurmuşlar. “Nasıl gidiyor?”
diye sordum. “Takılıyoruz işte,” dedi bıkkın Darth Vader. Ben de anlayışlı bir
şekilde başımı salladım. Ergenlerle şaka yapmaya gelmez.

Diğerleri bayağı
eğleniyor gibi görünüyorlardı. Benim yaşımdakiler yani. Ama benim için ergenlik,
sonsuzca uzayıp giden bir pazar günüydü. Bittiği zaman ne kadar derin bir
minnet duyduğumu hala hatırlıyorum.

Ergenliğe özgü iç
sıkıntısını geride bırakalı çok zaman oldu elbette. Ancak bunu okurken düşündüm
de, onun yerini başka bir şey aldı şimdi: Yetişkinliğe has bir meşguliyet, bir
telaş, bir gevşeyememe hali. Bu daha da beter bir lanet. İnsanın ağız tadıyla
canı bile sıkılamıyor. İlk gençlikte bünyede sinsice saklanan püriten ruh, yaş
kemale erince gizlendiği yerden çıkıyor ve insanı bir dakika bile rahat
bırakmıyor.
Sonunda bir de bakıyorsunuz
ki, bütün dünya görev ve sorumluluklardan ibaret olmuş, hayat uzun bir iş günü
haline gelmiş. Artık durmak isteseniz de duramıyorsunuz. Çember gitgide
hızlanıyor. Ergenlikte uzayıp sakıza dönen hafta sonları, yetişkin olduğunuz
zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor. Geçmişin intikamını alır gibi
sanki. Hafta dönüp dönüp hep aynı güne dayanıyor.
Julian Barnes’ın
orta yaşlı karakteri Tony Webster, “Her gün pazar” şarkısını çok eğlenceli
bulur. Çünkü bunun mükemmel bir mezar taşı yazısı olacağını düşünmektedir. Ona
göre, insan böyle bir kitabenin altında gönül rahatlığıyla yatabilir.
Tony belki de haklıdır. Hayat uzun ve sıkıntılı bir pazar günüdür. En azından bazılarımız için.
Bense, diğer
yetişkinler adına konuşmak istemem ama, bugün göçüp gidecek olsam, mezar
taşımda şöyle yazmasını tercih ederim: “Her günü bir pazartesiydi. Şimdi
dinleniyor. Ellemeyin. Amin.”
3 comments:
Harika. Akla hemen Morrissey'in şarkısını getiriyor.
Ha, bir de 'los lunes al sol' filmini. Gerçi orada pazartesileri zorunlu pazar olarak geçirmek durumundaydılar.
Evet. Sanırım Barnes'ın romanında da Morissey'in şarkısına bir referans var.
Güneşli Pazartesiler'i de izlemiştim. Ama bir kavga sahnesinden başka pek bir şey hatırlamıyorum.
Post a Comment