Tuesday, January 22, 2013

Her gün pazar...

BirGün
20 Ocak 2013

Arkadaşlarımın çocukları artık gelip ergenliğe dayandılar. Ortalık garip saç modelleri, rengi atmış tişörtler ve mesaj uyarılarıyla inleyip duran telefonlardan geçilmez oldu. Böylece hep birlikte başka bir boyuta ışınlanmış olduk: Sinir krizinin eşiğindeki anneler zamanına.

Bu annelerden bir kısmı çocuklarını sonsuza dek kaybetmiş gibi davranıyorlar. Tanıdıkları ve sevdikleri kişi gitmiş, onun yerini yabancı ve kaba biri almış gibi geliyor onlara. Üstelik haksız da sayılmazlar. Çünkü yasını tuttukları o küçük çocuk geri gelmeyecek. En azından hatırladıkları haliyle. Bu garip yabancı da sahneyi terk ettiğinde, ortaya çıkacak kişi yepyeni biri olacak. Artık çocuk olmayan biri. Bir yetişkin. Yeniden tanışılması, ilişki kurulması gereken biri.

Bunu hayal etmesi bile zor geliyor bana. Hal böyleyken, arkadaşlarıma hak veriyorum. Yas tutuyor olmalarını da, sinirden tırnaklarını yemelerini de saygıyla karşılıyorum. Yine de doğrudan bu işin içinde olmadığım için, ara ara meseleyi abarttıklarını düşündüğüm oluyor.

İşte bu anlardan birinde, bir süredir görmediğim yeniyetme oğlanlardan biriyle karşılaştım. Bir iki sene öncesine kadar beni gördüğü her yerde boynuma atlayan ve bildiği bütün fıkraları arka arkaya anlatmak isteyen o çocuk gitmiş (bu sonuncusuna üzüldüğümü söyleyemeyeceğim), yerine sessiz ve içine kapanık bir genç adam gelmişti. Üstelik tepeden tırnağa siyahlar giydiği için midir nedir, hafifçe tekinsiz duruyordu. Önce Monte Kristo Kontu’nu andırdığını düşündüm. Ama konuşunca ağzından Darth Vader sesi çıktı. Böyle olunca biraz kafam karıştı.

Annesine takılıp geldiği için bin pişmandı. Aslında ben de öyleydim. Ne diyeceğimi bilemediğim için, bir süre sessiz sessiz oturduk. Sanki birine bir şey olmuş gibi. Ya da dünyanın sonu gelmiş gibi. Ben konuşmaya başlamasam daha saatlerce böyle oturabilirdik. Ama sonunda dayanamayıp konuştum. Bir iki sorudan ve sayısız omuz silkmeden sonra, cevap alabildim. Arkadaşlarıyla bir müzik grubu kurmuşlar. “Nasıl gidiyor?” diye sordum. “Takılıyoruz işte,” dedi bıkkın Darth Vader. Ben de anlayışlı bir şekilde başımı salladım. Ergenlerle şaka yapmaya gelmez.

Eve döndükten sonra, yeniyetmelik lanetinin korkunç bir iç sıkıntısı olarak tezahür ettiğini hatırladım. Lisedeyken odama kapanıp tavandaki lekeleri izleyerek geçirdiğim hafta sonları geldi aklıma. Sırtımdan soğuk bir yel geçmiş gibi oldu bunu düşününce. Karanlık bir çukurun dibinde yapayalnız durmak gibi bir şeydi bu. Tepedeki ışığı görebiliyordum. İleride beni bekleyen bir şeyler olduğunu biliyordum. Ama oraya nasıl ulaşabileceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Hayatın bekleme odasında kalakalmış gibiydim. Dünya orada uzakta bir yerde duruyordu. Karmakarışık ve gürültülü bir canlılık olarak hissediyordum onu. Ama sesler boğuk, görüntüler bulanık, renkler cansızdı.

Diğerleri bayağı eğleniyor gibi görünüyorlardı. Benim yaşımdakiler yani. Ama benim için ergenlik, sonsuzca uzayıp giden bir pazar günüydü. Bittiği zaman ne kadar derin bir minnet duyduğumu hala hatırlıyorum.

Julian Barnes, “Bir Son Duygusu” adlı kitabında (geçtiğimiz günlerde Serdar Rıfat Kırkoğlu’nun çevirisi ile Ayrıntı Yayınları’ndan çıktı), romanın başkişisi Tony Webster’ın ağzından şu hikayeyi anlatıyor: Yaşını başını almış, hatta torun torbaya karışmış bir adam olan Tony ile ayrıldığı eşi, ortak bir arkadaşlarının oğlundan söz etmektedirler. Çocuk bir punk rock grubu kurmuş ve meşhur olmuştur. “Hiç şarkılarını dinledin mi?” diye sorar Tony eski karısına. “Evet,” der kadın, “Her gün pazar.” Tony bunu duyunca gülmeye başlar. Onu güldüren şey, hızla değişip dönüşen dünyada, ergenlik sıkıntısına bir türlü çare bulunamamış olmasıdır. “Peki ya diğer şarkıları?” der merakla. “Hayır anlamıyorsun,” diye cevap verir karısı ona, “Tek şarkıları bu. Bütün şarkı da bundan ibaret zaten. Aynı lafı yeniden ve yeniden söylüyorlar, ta ki şarkı bitmeye yüz tutana kadar: Her gün pazar.”

Ergenliğe özgü iç sıkıntısını geride bırakalı çok zaman oldu elbette. Ancak bunu okurken düşündüm de, onun yerini başka bir şey aldı şimdi: Yetişkinliğe has bir meşguliyet, bir telaş, bir gevşeyememe hali. Bu daha da beter bir lanet. İnsanın ağız tadıyla canı bile sıkılamıyor. İlk gençlikte bünyede sinsice saklanan püriten ruh, yaş kemale erince gizlendiği yerden çıkıyor ve insanı bir dakika bile rahat bırakmıyor.

Sonunda bir de bakıyorsunuz ki, bütün dünya görev ve sorumluluklardan ibaret olmuş, hayat uzun bir iş günü haline gelmiş. Artık durmak isteseniz de duramıyorsunuz. Çember gitgide hızlanıyor. Ergenlikte uzayıp sakıza dönen hafta sonları, yetişkin olduğunuz zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçip gidiyor. Geçmişin intikamını alır gibi sanki. Hafta dönüp dönüp hep aynı güne dayanıyor.

Julian Barnes’ın orta yaşlı karakteri Tony Webster, “Her gün pazar” şarkısını çok eğlenceli bulur. Çünkü bunun mükemmel bir mezar taşı yazısı olacağını düşünmektedir. Ona göre, insan böyle bir kitabenin altında gönül rahatlığıyla yatabilir.

Tony belki de haklıdır. Hayat uzun ve sıkıntılı bir pazar günüdür. En azından bazılarımız için.

Bense, diğer yetişkinler adına konuşmak istemem ama, bugün göçüp gidecek olsam, mezar taşımda şöyle yazmasını tercih ederim: “Her günü bir pazartesiydi. Şimdi dinleniyor. Ellemeyin. Amin.”

3 comments:

ehk2 said...

Harika. Akla hemen Morrissey'in şarkısını getiriyor.

ehk2 said...

Ha, bir de 'los lunes al sol' filmini. Gerçi orada pazartesileri zorunlu pazar olarak geçirmek durumundaydılar.

Meltem Gürle said...

Evet. Sanırım Barnes'ın romanında da Morissey'in şarkısına bir referans var.

Güneşli Pazartesiler'i de izlemiştim. Ama bir kavga sahnesinden başka pek bir şey hatırlamıyorum.