Showing posts with label Franz Kafka. Show all posts
Showing posts with label Franz Kafka. Show all posts

Thursday, January 31, 2013

DAVA

BirGün
27 Ocak 2013


Dava sonuçlandı. Mahkeme Pınar Selek’e ağırlaştırılmış müebbet cezası verdi.

Gidip bir pencere açtım. Akşam trafiğinde egzoz dumanı ile karışık ıslak havayı içime çekmeye çalıştım. Ciğerlerime yapıştı kaldı.

1998’de Mısır çarşısında gerçekleşen patlama sonrası gözaltına alındı Pınar Selek. Aleyhinde hiçbir delil olmamasına rağmen, o patlamadan sorumlu tutuluyordu. Patlamanın bir bomba neticesinde ortaya çıktığı bile şüpheliydi. Ama sonuç değişmedi. Pınar Selek, üzerine atılan suçla hiçbir ilişkisi bulunmamasına rağmen cezaevinde yattı, işkence gördü ve suçsuzluğunu kanıtlamak zorunda bırakıldı. O günden bu yana hayatını ipotek altına almaya çalışanlara rağmen umut ve inançla yaşamaya devam etti.

Peki neden Pınar Selek? Buna defalarca cevap verildi. Ama bir kez daha yazalım. Çünkü Pınar Selek adil ve özgür bir dünyanın hayalini kurma küstahlığını gösterdi. Hatta bunun hayalini kurmakla kalmadı, gerçekleşebileceği durumları mümkün kılmak istedi. Sokak çocukları ya da travestiler gibi toplumun dışlanan kesimleriyle ilgilendi; Kürt sorunu ile ilgili araştırmalar yürüttü. Bütün bunlar kabul edilemez şeylerdi. Sosyolog ise sosyologluğunu bilmeliydi. Sınırları aşana haddini bildirmek gerekirdi.

Pınar Selek bunun için seçildi. Devletin emsaller üzerinden hepimizi terbiye ettiği, ibretlik durumlar yaratıp bize ayar verdiği bir ülkede, belki de bütün bunlara şaşırmamamız beklenirdi. Ama yine de şaşırdık. Bir ülkenin bütün kurumlarıyla, suçsuz olduğunu kendisinin de gayet iyi bildiği bir insanın peşine düşmesine ve onu yeniden ve yeniden mahkeme önüne çıkartmasına hep birlikte hayret ettik.

İşte artık bir hukuk parodisi haline gelen bu dava bu hafta Çağlayan Adliyesi’nde nihayete erdi. Neredeyse on beş senedir yargılanan, aynı davadan üç kere beraat eden ve hakkında suç unsuru teşkil eden hiçbir delil bulunmamasına rağmen ömrünün neredeyse yarısını mahkeme kapılarında bekleyerek geçiren Pınar Selek, hepimizin şaşkın bakışları arasında ömür boyu hapis cezasına mahkum oldu.

Dün televizyonda Cüneyt Özdemir’in onunla yaptığı kısa bir röportajı dinledim. Sesinde her şeye rağmen umut vardı. Davanın sonucu açıklandıktan sonra babası ile yaptığı telefon konuşmasından söz etti. Alp Selek, “Bu bir maraton. Daha bitmedi. Koşmaya devam edeceğiz,” diye cesaret vermiş kızına. O da “Peki baba,” demiş.

O “Peki baba” bana o kadar ağır geldi ki, evde ne kadar kapı pencere varsa sonuna kadar açmak istedim.

İçimiz daralıyor. Nefes alamıyoruz artık.

Çünkü memleket yavaş yavaş bir büyük bir mahkeme haline geliyor. İçinden çıkamadığımız, kapısını bulamadığımız, kararlarını ve işleyişini kavrayamadığımız bir mahkeme. Üzerinde altın harflerle “Adalet Sarayı” yazan büyük çirkin bir bina.

Bu hafta ÇHD’li avukatların tutuklanması ile başladı, Pınar Selek davası kararıyla sona erdi. Diğer her şey bildiğiniz gibi: Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi’nin ifadesine göre, şu anda 875 tutuklu öğrenci var. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre ise, cezaevlerinde bulunan lise ve üniversite öğrencisinin toplam sayısı ise 2 bin 824. Gazeteciler, öğrenciler ve avukatlar, sendikacılar da dahil olmak üzere fikirlerinden dolayı tutuklananların sayısı her gün artıyor.  

Türkiye artık budur.

Şunu kabul edelim: Her sabah kalabalık bir mahkeme salonunun havasızlığına uyanıyoruz. Bir gıdım temiz hava alabilmek için ha bire uğraşıyoruz. Ama pencereler bir türlü açılmıyor. Arkadan cılız bir ses, “Alışırsınız,” diyor bize. Bazıları çoktan alışmış belli ki. “Mahkemeye ikinci ya da üçüncü gelişinizde buradaki bunaltıcı atmosferi artık hiç hissetmeyeceksiniz,” diyor bir başkası. Ama biz bir türlü alışamıyoruz. Pencereleri zorlayıp duruyoruz.

Lombozlar, giyotin pencereler, ispanyoletler hepsi sıkı sıkı kapanmış. Tahtalar şişip sıkışmış. Bir türlü nefes alamıyoruz. Halbuki biz bütün umudumuzu bir hava deliği açmaya bağlamışız. En berbat havayı bile solumaya razıyız. Yeter ki mahkemenin havası olmasın. Ama belki de bu pencereler sadece laf olsun diye yerleştirilmişler oraya. Belki yargıçlarla kanunlar da adet yerini bulsun diye konmuş. Her şey yalnızca bir gösteri belki.

Hepimizin aklında Kafka’nın Dava’sı var. Başka türlüsü mümkün mü?

‘ “Pencere açılamaz mı?” diye sordu K. “Hayır,” dedi ressam. “Bu sadece basit bir cam, açılabilmesi olanaksız. O sırada K. bütün o zaman boyunca ressamın ya da kendisinin ansızın pencereye gidip açabileceklerine umut bağlamış olduğunun ayırdına vardı. Sisli havayı bile solumaya hazırdı.’

Biz de en kötü havaları bile solumaya razıyız. Yeter ki bu mahkeme salonundan çıkalım. 

Onun için var gücümüzle yükleniyoruz pencerelere. Bir tanesini açabilsek, sanki her şey değişecek. Sanki güneş dolacak ciğerlerimize. Onun için her gün bir daha deniyoruz. Bir daha. Bir daha.

“Peki baba,” demiş Pınar Selek. Onu sarılıp öperim. Umudunu kesmemiş demek ki.

Biz de kesmedik. Davası davamızdır.



Sunday, July 10, 2011

Hazırlıklı Olmak


BirGün
10 Temmuz 2011

“Yargı” Kafka’nın ilk öyküsüdür. Buna inanmak zordur gerçi. Acemilik karalamalarından çok bir olgunluk dönemi eserine benzer çünkü. Yazarın mektuplarından öğrendiğimize göre uykusuz bir gecede bir oturuşta yazılıp tamamlanmıştır.

Bu kısa öykü, bir çok açıdan Kafka’nın edebi kariyerinin nüvesidir. Yazdıklarım yazacaklarımın teminatıdır, der gibidir sanki. Başka metinlerde de benzer temaları imgeleri kullanır mesela. Fakat en önemlisi, bir zaman sonra alameti farikası haline gelecek bir karakterle ilk kez burada tanıştırır bizi: İhtiyatlı adam.

Bu öyküden sonra, “Dönüşüm”ün Gregor Samsa’sından “Dava”nın Jozef K.’sına kadar bütün Kafka kahramanları, kendi hayatlarına sahip çıkmak, olayların gidişatına yön vermek isteyen ama bunu başaramayan karakterler olarak çıkacaktır karşımıza. Hepsi hastalık derecesinde tedbirlidir halbuki. Her şeyin kaydını tutar, bütün detayları zihinlerinde kaydetmeye çalışır, günlerini tamamen öngörülebilir bir düzen içinde yaşamaya gayret ederler.

Onun içindir ki, Gregor Samsa bir sabah uyanıp dev bir böceğe dönüştüğünü gördükten sonra bile, ceketini giyip işe gitmenin yolunu arar. Onu en çok rahatsız eden düzeninin bozulmuş olmasıdır çünkü. Jozef K. da, odasında beliren adamlar tarafından tutuklandıktan sonra, gündelik hayatını her zaman olduğu gibi devam ettirmeye çalışır. Umutsuzca tabii. Kafka'nın dünyasında umuda pek yer yoktur çünkü.

Yine de Kafka karakterleri ümit etmekten vazgeçmezler. Her biri hayatını istediği gibi yönlendirebileceğine inanır. Hem de son ana kadar. Onları trajik kılan da budur zaten. “Yargı”nın ölçülü ve dikkatli karakteri Georg Bendemann da farklı değildir. Hiç bir işi şansa bırakmaz, her zaman her şeye hazırlıklı olmak ister. Fakat uzun süredir ihmal ettiği yaşlı ve hasta babasının odasına girdiğinde, onu bir değil bir kaç sürpriz beklemektedir. Önce hayranlıkla bağlı olduğu babasının çocuklaşıp bunadığını farkeder. Ardından bu yaşlı adam son bir gayretle ayağa dikilip oğlunu dünyada kendisine ait olan yeri çalmakla itham eder. İşte o zaman, bir duvara sırtını verip oracığa büzülür, Georg. Bunu öngörememiştir.

“Georg bir köşede, babasından mümkün olduğu kadar uzakta, duruyordu. Çok uzun zaman önce, her şeyi yakından gözlemlemeye karar vermişti. Böylece sağdan soldan ya da belki arkasından gelecek her türlü sürprize hazırlıklı olacak ve hiç bir şeye şaşırmayacaktı. İşte şimdi, çoktan unuttuğu bu kararı yeniden hatırlamış ve hemen unutmuştu -- tıpkı kısacık bir ipliğin iğne deliğinden kurtuluvermesi gibi.”

Unutulmaz bir sahnedir bu. Özellikle de her şeye hazırlıklı olmak isteyenler için.

Ben onlardan biriyim. Hastalık derecesinde ihtiyatlı olanlardan yani. Benim gibi çok insan var biliyorum. Onlara kardeşim gözüyle bakıyorum. Eve üç sokak kala çantada anahtarını arayanlar, durağa varmadan akbilini çıkarıp hazırlayanlar, misafir gelmeden saatlerce önce sofrayı kurup beklemeye başlayanlar, evden çıkmadan ocağı bir kaç kez kontrol edenler ve sonra apartmanın kapısından geri dönüp bir daha kontrol edenler. Elinizi görüyorum ve potu yükseltiyorum. Eve temizlikçi geleceği zaman sıkıntıdan isilik döküyor musunuz? Ya seyahatler? Bu gerilime dayanamayıp hastalandığınız oluyor mu? Taşınmanın fikrine bile tahammül edebilenler bizden değildir. Bütün bunlar sizi de hırpalıyor olabilir. Ama korkmayın, yalnız değilsiniz. Dünya bizim gibilerle dolu.

Her şey kontrol altında olsun istiyorsunuz. Ne güzel. Oluyor mu bari? Bir arkadaşım var, onun durumu daha vahim, bana bir keresinde şöyle demişti: “Ben bir şeyleri oldurabiliyorum. Çok uğraşınca oluyor.” İçimden geçen “Hadi ya!” demekti ama yukarıda sözünü ettiğim kardeşlik hissinden dolayı ağzımdan “Tabi ya!” çıktı.

Biz ihtiyatlı insanlar, her şeye hazırlıklı olmak isteriz. Böylece hayatı kontrol edebildiğimiz rüyası içinde yaşarız. Oysa, esas olan her şeye hazırlıklı olmak değil, tek bir şeye hazır olmaktır. Sevdiğim bir başka ihtiyatlı karakterin söylediği gibi, “Hazır olmak her şeydir!” Bunun böyle olduğunu, bir hastanın başında boynubükük beklerken, bize hazırlıklı olmamız söylendiğinde anlarız. Neye hazırlık? Ölüme mi? İçimizden delice bir gülme gelir. Yutkunur kalırız.

Sonra hayat yine ele geçirir bizi. Küçük dertlerimizin hayhuyu içinde, unuturuz esas şeyi. Bir de bakarız ki, zihnimizden sıyrılıp gidivermiş -- “tıpkı kısacık bir ipliğin iğne deliğinden kurtuluvermesi gibi.”

Sunday, November 28, 2010

KAYIP MEKTUP 2


BirGün
28 Kasım 2010

Böyle şeyler neden hep benim başıma gelir bilmiyorum. Tanıkları olmasa bunu yazmaya cesaret edemezdim herhalde. O kadar acayip bir hikaye ki, uydurduğumu düşüneceğinizden korkardım. Ama bazen gerçeğin kendisi kurgudan daha inanılmaz olabiliyor.

Geçen haftakinin üzerine, size bir kayıp mektup hikayesi daha anlatacağım şimdi.

Ekim başında babama bir mektup yazdım. Memleketten ayrılırken, “Bir kamera alırsan görüntülü konuşuruz,” dediğimde, “İnterneti boşver. Yazarsın. Mektupların suyu mu çıktı?” diye cevap vermişti. Babamın teknolojiyle başı pek hoş değildir. Ben de buraya gelir gelmez oturup yazdım ona. Yazarken de biraz duygusallaştım galiba. Ben yola çıkmadan kısa bir süre önce hastalanmıştı. Aklım ondaydı. Bu kadar uzakta olmak da koyuyordu bana. Onun için biraz uzunca bir mektup oldu bu.

Babama çocukluğumdan beri hiç yazmamıştım. Ben çocukken uzun seyahatlere çıkardı. Ben de annemin yazdığı mektupların içine konmak üzere ufak tefek bir şeyler yazardım ona. Günlük haberler, okulda olup bitenler, sonunda da istek ve dilekler falan filan. Sonraları büyüyüp de evden ayrılınca, çok iyi bir mektup arkadaşı olan annemle yazışmayı tercih ettim. Babam için de mektubun altına bir mesaj iliştirirdim her zaman. Ama aslında muhatabım annemdi. Bunu hepimiz bilirdik. Babam kibarca geride durur, şikayet etmezdi.

Bu seferki ona yazdığım ilk gerçek mektuptu aslında. Kaybolabileceği hiç aklıma gelmemişti.

Kaybolmak ne kelime, buharlaşıp uçmuş anlaşılan. Anlattığına göre, bayramdan sonra eve döndüğünde ilk iş postaya bakmış babam. Üzerinde Amerikan pulu ve damgasından başka bir işaret olmayan bembeyaz bir zarf bulmuş orada. Merak edip içini açınca da, bomboş iki sayfa ile karşılaşmış. Yüzyılın muamması. Anlayabilene aşk olsun!

Olaya sakin bir şekilde yaklaşmayı başarabilirsek (ki başaramadık), aslında mektubun adresine ulaştığını söyleyebiliriz. En azından fiziksel olarak. Ama posta kutusunda beklerken üzerindeki yazı nasıl olduysa silinmiş. Gerçi eve ulaşan kağıtlardan hala mektup diye söz edilebilir mi, orası şüpheli.

Babam da sanırım bu son noktayı mesele ediyordu. Yukarıdaki açıklamadan hiç hoşlanmadı. Telefonda ‘Nasıl mürekkeple yazdın sen bunu?’ diye çıkıştı bana. ‘Senin hediye ettiğin dolmakalemle yazdım,’ diye atladım ben de. Senelerdir talimliyim. Altta kalacak değilim. Ayrıca birbirimize çok benzeriz. Hayalkırıklığına uğrayınca huysuzlaşırız ikimiz de.

Bizim ailede polisiye meraklısı çoktur. Herkesin bir fikri vardı tabii. Biri, Miss Marple edasıyla mektubu derhal yakın bir incelemeye almamızı önerirken, bütün Sherlock Holmes’ları satır satır hatmetmiş olan bir diğeri, limon suyu metodunu hatırlatarak, mektubu mum alevine tutmanın iyi bir fikir olabileceğini söyledi.

Bense böyle zamanlarda genellikle olduğu gibi melankolikleştim biraz. Aynısı olmayacağını bile bile, “Üzülme, yine yazarım sana,” dedim babama. Geçen hafta sözünü ettiğim öğrencimin de kulaklarını çınlattım bunu derken. Ben çağırmıştım bu mektup hadisesini belli ki. Yerine ulaşmayan mektuplardan bahis açarak davetiye çıkarmıştım.

Belki de kimi mektupların yerine ulaşmaması gerekiyordur diye düşündüm sonra. Babalara yazılmış diğer mektuplar geldi aklıma; Kafka’nınki mesela, ya da Oğuz Atay’ın ‘Korkuyu Beklerken’deki öyküleri arasından çıkan o mektup…

Kafka da, Atay da bu mektuplarda babalarıyla hesaplaşırlar. Aynısını yaptığımdan değil. Ama benimki de duygusallıktan kaybediyordu belki. Onun için dünyanın ağır koşullarına (yağmur, kötü mürekkep, aşırı geri dönüşüme maruz kalmış ucuz Amerikan kağıdı) dayanamamış ve kendi kendini imha etmişti.

Onun için babama, ona dair hissettiklerim değil olsa olsa bunların izi gitti. Lacan’ın çok hoşuna giderdi, eminim. Derrida ise tek kelimeyle bayılırdı buna.

Halbuki benim derdim babamı mutlu etmekti.

Sunday, August 01, 2010

Devlet Kapısı


BirGün
1 Ağustos 2010

Ne zaman bir devlet dairesine girmem gerekse bir kaç gün önceden kabuslar görmeye başlarım. Daha önceki tecrübelerim bir bir aklıma gelir, bu konudaki başarısızlıklarım gözümün önünden ağırbaşlı bir cenaze korteji gibi yavaş yavaş geçer. Meşhur birinin cenazesine benzer bu, bitmek bilmez. İçim daralır. Daha gitmeden hesabımın kesildiğinden emin olurum. Şüphesiz bu tecrübe de diğerleri gibi olacaktır. Gideceğim masayı bir türlü bulamayacak, bulsam da sıralarda saatlerce bekleyecek ve suratsız bir memur tarafından iyi ihtimalle o gün kötü ihtimalle ise ertesi gün küçümsenecek olduğumu bilirim.

Devlet kapısı, benim için her zaman Kafka’nın ‘Dava’da sözünü ettiği o mahkeme kapısı gibidir. Tamamen benim için ama bana her zaman kapalı. İçeri girmekten çok önünde beklemek için yapılmış bir kapı. Kafka başka bir yerde devlet dairelerine dair şunları yazar: “Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. Sigara içmek kesinlikle yasaktır. Bu yasağın kapsamına soluk almak da girer. Buna karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider. Kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır. Buraya giren, yalnızca bir vizite kağıdı ya da pasaportunun uzatılmasını istese bile kendini suçlu hisseder. En iyi olasılıkla bir dilek sahibidir, aslında ise suçludur.”

Yakında çıkacağım bir yolculuk nedeniyle şu aralar sık sık devlet kapılarını aşındırmam gerekiyor. Bir sürü kağıt işi. Elimde bir takım evraklarla durmadan oradan oraya koşturuyorum. Bu sıcakta oflaya puflaya ilerleyen bir buharlı tren gibiyim. Seferler bitmek bilmiyor. Arada bir, ben de buhar boşaltmak ya da iyisi mi düdüğümü acı acı öttürmek istiyorum. Ama ne mümkün! Her memurun karşısında bir kez daha anlıyorum ki, daha en başından suçluyum ve haksızım. Çünkü bir ricacıyım ben. O binada bir yer işgal ediyor, istenmeyen soluğumla havayı tüketiyorum. Böyle anlarda, ‘Merhaba Kafka!’ diyorum bazen yüksek sesle. Galiba yavaş yavaş deliriyorum.

Kimi günler biraz daha kalender oluyorum. O zamanlarda da, Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’daki o muhteşem devlet dairesi tasviri geliyor aklıma. İyi bir iş kovalayıcısı olan Turgut’u kendime örnek almaya gayret ediyorum. Pabuçlarımın üzerindeki her bir lekeyi uzun uzun inceleyerek sırada beklerken, onun birbiri ardına sıraladığı kuralları hatırlamaya çalışıyorum: “Elini hiç bir kağıda uzatmayacaksın: on emrin birincisi budur. Söze erken başlamayacaksın, hiç bir düşünce ileri sürmeyeceksin, hiç bir şey bilmezmiş gibi görüneceksin, garip şekilde giyinmeyeceksin, ellerini masaya dayamayacaksın, seni baştan savmalarına yol açmamak şartıyla kendine acındıracaksın, gülümseyeceksin, bekleyeceksin… ve hiç bir zaman ümide kapılmayacaksın.”

Hepsi tamam da, ben bu sonuncusunda çuvallıyorum işte. Bundan kaybediyorum. Çünkü her seferinde öyle bir an geliyor ki, ‘İşte bu sefer tamam,’ diyorum kendi kendime, ‘Bu sefer hallettik.’ Oysa her zaman bir pürüz çıkıyor. Ya yanlış sırada bekliyor oluyorum, ya beklediğim memur gelmiyor, ya da geliyor ama masasına oturur oturmaz ‘Bu evrakı sadece saat 4’e kadar alıyoruz’ deyiveriyor. O zaman saat 4’e kadar neredeydin be adam? Bunu diyemiyorum. Alın bu evrakı! Onun hisleri yok, aldırmayacaktır. Bunu da diyemiyorum.

Ya da netice almaya çok yaklaştığımı düşündüğüm bir anda, bazı belgelerin eksik olduğu ortaya çıkıyor. Basit şeyler bunlar. Nüfus cüzdanı fotokopisi falan gibi mesela. O zaman insanı fotokopiciye gönderiyorlar. Aşağıda canından bezmiş bir adam bir takım teknolojik aletlerin başında oturuyor. Göz göze gelmeyi başarabilirseniz derdinizi söylüyorsunuz. ‘Fotokopi?’ ‘Bozuk,’ diyor. ‘Peki tarayıcı?’ ‘O ne ki?’ ‘Yazıcı?’ ‘Yok bizde.’ O zaman bibuçuk kıymalı pide rica edeyim, demek istiyorum. Dedim ya, yavaş yavaş deliriyorum.

Halletmem gereken kağıt işlerinin başındayım henüz. Daha bunun pasaportu var, vizesi var, hatta belki Ankara’ya gidip gelmesi var. Daha çok kapı var önümde. Aklıma sahip olmalıyım. Turgut’un dediği gibi, Budist olmalıyım. Ağaç, taş ya da bambu olmalıyım. Her şeyi ama her şeyi tevekkülle karşılamalıyım.

Gitmeme bu kadar az kalmışken, balataları yakıp damga, mühür, pul falan diye sayıklayarak dolaşan bir meczup olmamalıyım.

Monday, July 12, 2010

Sirenlerin Sessizliği


BirGün

11 Temmuz 2010

Odysseia’yı İlyada’dan daha çok severim. Çünkü İlyada bir olayı naklederken, Odysseia bir kişinin hikâyesini anlatır. Bu haliyle, bir destandan çok bir romana benzer. Daha tanıdık, daha anlaşılır gelir bana.

Homeros, İlyada'nın devamı olan bu destanı yazarken, tek bir karakterin yolculuğunda tüm insanlığın dünya üzerindeki macerasını anlatmak ister gibidir. Öykü, Odysseus'un Truva'nın düşüşünden sonra vatanı İthaka'ya dönmek üzere yola çıkışıyla açılır. On yıl süren savaştan sonra denize açılan Odysseus yolda da bir on yıl daha geçirecek ve kendisini bekleyen sadık karısı Penelope’ye ancak yirmi yıl sonra kavuşabilecektir. Odysseia, bu maceralı yolculuğun hikâyesidir.

Odysseus yolda bütün engelleri aşar, bir sürü zorluktan geçer. Lestrygon adı verilen dev yamyamlardan tutun da, büyücü Kirke’ye kadar bir çok tehlikeyi bertaraf eder. Hatta İthaka'ye nasıl varabileceğini kahin Teiresias'a sormak için Hades’e gittiğinde ‘gölgeler ülkesi’ diye anlatılan ölümden geri dönmeyi bile başarır.

Yine de benim en çok hoşlandığım epizot, Odysseus’un Sirenlerin baştan çıkarıcı şarkılarından korunmak için kendisini geminin direğine sımsıkı bağladığı bölümdür. Burada onun kendine duyduğu inançtan her seferinde etkilenirim. Bir kulaç zincirle bu güçlü düşmanı yenebileceğine bütün kalbiyle inanır Odysseus. Oysa Sirenler, bu meşakkatli yolculuğun belki de en zor noktasıdır. Hiç ölümlünün taşıyamayacağı bir sırrın şarkısını söylerler. Varoluşun hikayesidir anlattıkları.

Kafka da bundan etkilenmiş olmalı ki, Odysseia’daki bu bölüme dair bir küçük hikaye yazar. ‘Sirenlerin Sessizliği’ adlı bu hikayede, Odysseus bu doğaüstü yaratıkların gücünü bilir ve onların her şeyin içine işleyebilen şarkılarına direnebilmek için kendini teknenin direğine zincirlemekle kalmaz, kulaklarını da bir avuç balmumu ile tıkar.

Oysa sirenlerin şarkılardan çok daha ölümcül bir silahları vardır, o da sessizlikleridir.
İnsan birinin şarkılarından kurtulabilir, der gibidir Kafka, ama ya sessizliğinden? Odysseus yanlarından geçip giderken, sirenler şarkı söylemezler. Odysseus ise kulaklarında bir avuç balmumu ile geçer gider onların yanından; sirenlerin sessizliğini işitmez: “Onların şarkı söylediklerini ancak bunu kendisinin işitmediğini sandı. Bir an için çıkıp inen gırtlaklarını, şişip duran göğüslerini, yaşla dolmuş gözlerini, yarı açık dudaklarını gördü; ve bütün bunların, çevresinde yankılanıp sönen ve işitmediği nağmelerin eşlikçileri olduğunu düşündü.”

Eğer Sirenlerin bilinçleri olsaydı, der Kafka, o anda yok olup giderlerdi. Anlarız ki, ölümlü olsalardı bunun anısı ile yaşayamazlardı. Sessizliklerinin duyulmamış olduğunun bilgisini taşıyamazlardı. Ama Sirenlerin hatıraları, duyguları, düşünceleri, benlikleri yoktur. Onun için Odysseus’un sağırlığı onları yok etmez. Saçlarını rüzgara verip kayalara döner ve yeni bir yolcu boy gösterene kadar beklerler.

Oysa insanlar ne ölümsüz ne de hafızasızdır. Bir bilinçle lanetlenmiştir onlar. Varlıklarının bir başkası tarafından tanınmasına ihtiyaç duyarlar. Seslerinin duyulmasını isterler.

Biri sessizliğinize kulak tıkadığında bunun için acı çekersiniz. Neden sustuğunuz önemli değildir. Belki yalnızca sessizlikle başa çıkılabilecek bir durumda kalmışsınızdır. Ya da Odysseus gibi balmumu ve zincirlerinden başka hiçbir şey düşünmeyen biri çıkmıştır karşınıza ve onun kendinden bu kadar memnun olduğunu görünce şarkı söylemeyi unutuvermişsinizdir. Belki de söylenebilecek bir şey kalmamıştır da ondan susuyorsunuzdur. Sonuçta ne kadar yaman bir şarkıcı olursanız olun, sessizlikte karar kılmışsınızdır.

Sessizliğin gücü ise yalnızca duyabilenlere işler. Sağırlar için şarkınız gibi sessizliğinizin de bir anlamı yoktur.

Kafka’nın dünyasında, Odysseus’un hikayesinin böyle bir hâl almasına şaşırmayız. Anlamın ve iletişimin mümkün olmadığı sessiz bir dünyadır bu. Sözün kendisi gibi yokluğu da bir mesaj olarak yerine ulaşmaz, alıcısını bulmaz.

Yine de öyküyü, tam kendisinden beklenecek şekilde, garip bir dönemece sokarak bitirir Kafka. Derler ki, diye devam eder, Odysseus “öylesine kurnaz, öylesine tilkinin biriydi ki, yazgı tanrıçası bile zırhını delemedi. Hani insan anlayışının ötesinde ama, belki de o, Sirenlerin sessiz olduğunu gerçekten farketti ve yukarıda anlatılan numarayı hem onlara hem de tanrılara karşı bir çeşit kalkan olarak kullandı.”

Kim bilir, belki de hikâyenin aslı budur.

Tuesday, December 08, 2009

YURTTAŞ K. YA DA RESİMLİ ADALET ANSİKLOPEDİSİ


YURTTAŞ K. YA DA ‘RESİMLİ ADALET ANSİKLOPEDİSİ’
BirGün/ 04:07 19 Nisan 2009

Geçen hafta BirGün’ün pazar ekinde, Kafka’da ‘saçma’nın işlevine dair güzel bir yazı okudum. Doğuş Sarpkaya’nın yazısında en çok hoşuma giden detaylardan biri, yüzyılın önemli roman kuramcılarından Lukacs’ın Kafka’ya dair fikrini değiştirmesine vesile olan hikaye oldu. Gerçekçilik tanımı ‘eleştirel gerçekçilik’le sınırlı kalan Lukacs, saçma olanı metninin merkezi haline getirdiği için Kafka’yı ‘avangard’ bir yazar olarak niteler (ki bu onun nezdinde kesinlikle bir övgü değildir). Fakat yıllar sonra kendisini, ‘Dava’nın baş kişisi olan Josef K. gibi, olağanüstü olanın olağan karşılandığı bir gerçeklikte bulunca Kafka için söylediklerini gözden geçirmek zorunda kalır:
“1956 yılında Budapeşte’de bir geceyarısı ansızın tutuklanışın, kapalı otoyla bilinmeyen bir askeri havaalanına gidişin, ulusal arması olmayan bir uçakla gene bilinmeyen bir yere doğru kalkışın ve deniz manzaralı, gözalıcı, saray gibi bir villaya gelişin ardından, henüz nerede olduğunu bilmeyen, yarı devlet konuğu yarı tutuklu olarak yaşarken Georg Lukacs şöyle der: “Kafka gerçekten gerçekçiymiş.”
Doğuş Sarpkaya’nın yazısını okurken düşündüm de, biz milletçe Lukacs’ın yaşadığı bu aydınlanma ânını paylaşmalıyız. Hayatımızın romanını yazan Kafka’yı Türk halkı olarak bağrımıza basmalıyız. Öyle ki, eserleri yalnızca edebiyat değil yurttaşlık derslerinde de okutulmalı, bu yazara dair resmî görüşümüz “gerçeği ve yalnızca gerçeği” anlattığı yolunda olmalı ve sınavlarda bu görüşe muhalefet edenlerden not kırılmalıdır.
Her yeni hükümetin, iktidarın, sabahın köründe birilerini evinden toplayıp karakola götürerek ilan ettiği ülkemizde, Kafka belki de fahri yazarımız ilan edilmeli ve onuruna her sene festivaller, sergiler, gösteriler düzenlenmelidir. Bununla da yetinmeyip, yurtdışından gelen ve konu hakkında yeterli bilgisi olmayan konuklar için davaların bir türlü neticelenmediği mahkeme salonlarının, masadan masaya koşturarak ömrümüzü tükettiğimiz devlet dairelerinin ve hatta bodrum katlardaki ‘sorgu’ odalarının tanıtılacağı geziler de tertip edebiliriz.
Kongreler, sempozyumlar, paneller ve diğer akademik faaliyetler de unutulmamalıdır elbette. Sunumlar için özel kategoriler düşünülebilir ya da Kafka’yı esinleyen konular birtakım alt başlıklara ayrılabilir.
Bu alt başlıklardan biri mutlaka suç ve suçluluk duygusunu konu almalıdır. Nereden geldiği belli olmayan bir suçluluk duygusuyla doğmuş ve yaşıyor olmanın ne tür bir şey olduğunu anlatmak için resmî görevli olduğunu iddia eden birinin herhangi bir vatandaşı yoldan çevirmesi yeterlidir. O vatandaş derhal görevliyi takip edecek ve ilerleyen saatlerde envai çeşit konuda suçunu itiraf edecektir. Bu sıradan bir şeydir. Böyle bir araştırma fazla ihtimam gerektirmez. Oysa, mesela Pınar Selek vakası, ortada bir suç olmamasına rağmen davanın sürüp gitmesi gibi ileri seviyede bir Kafka durumunu mükemmel bir şekilde örneklediği için, ancak yüksek lisans düzeyinde bir araştırmaya konu olabilir.
Pınar Selek’in öyküsü, ‘Dava’nın yeni bir yorumu olarak değerlendirilebileceği gibi, kurbanların işkencecileriyle birlikte yemek yediği sofralar da belki ‘Ceza Kolonisi’nin post-modern bir okuması olarak düşünülebilir.
Kafka’nın romanlarındaki karanlık atmosferi yaratan ve okuyucuya kâbus görüyormuş hissini veren ‘boğuntu’ duygusuna dair çalışmak isteyenlere kayıp yakınlarıyla görüşmeleri önerilebilir. Bugün var zannetiğimiz şeyin yarın yok olabileceğini ve insana en çok acı veren şeyin umut etmek olduğunu anlatmak için bundan daha iyi bir örnek olabilir mi? Kafka karakterleri gibi, kayıpları da bir türlü bulamazsınız, bulduğunuzu zannettiğiniz anda yitirirsiniz. Hemen başka bir şeye dönüşürler, diğer bir deyişle “yok olarak” çoğullaşırlar.
Zamansızlık, Kafka romanlarının bir başka değişmez özelliğidir. Belli bir gün, belli bir sene değildir anlatılan. En korkulu kâbuslar her an, her yerde, hepimizin başına gelebilir. Dün, bugün ve yarın karışmış gibidir. Hrant Dink bir köşe başında vurulduğunda, daha önce vurulanları hatırlamamız bundandır. Hep gibi bir ‘déjà vu’ hissiyle yaşar dururuz. Kendini tekrar eden başkasının değil, bizim travmamızdır. Onu taşır, nesilden nesile aktarırız.
Son olarak esaslı bir Kafka teması olan adaletten bahsetmek isterim. Bizim ülkemizde adalet, upuzun bir mahkeme koridorudur. Tam sonuna geldiğini düşündüğün anda, bir başka koridora açılıverir. Onun içindir ki adalet, daima peşini kovaladığımız ama hep ertelendiği için asla ulaşamadığımız anlam olarak, ancak bir doktora tezinin konusu olabilir.
Velhasılı kelâm, bizim memlekette Kafka’nın gerçekçiliğinden sual olunmaz.
Çünkü Kafka ne anlatıyorsa, bizde azı yok fazlası vardır.