Showing posts with label 8 Mart. Show all posts
Showing posts with label 8 Mart. Show all posts

Tuesday, March 08, 2011

Charlotte'un Kızkardeşleri


8 Mart 2011 - BirGün

Ondokuzuncu yüzyılın ortaları. İngiltere’de Yorkshire yakınlarında Haworth adlı bir küçük kasaba. Bu kasabada İrlandalı bir rahip olan babası ile yaşayan otuzlarında bir kadın. Soğuk ve nemli bir kış gecesi. Genç kadın, ocağın başında oturmuş ayaklarını ısıtmaya çalışan babasının eline bir kitap tutuşturuyor. Bir roman yazmış. Adam sanki hayatında ilk kez bir kitap görmüş gibi elinde evirip çeviriyor romanı. Ardından okumaya başlıyor. Bir zaman sonra oturma odasında içi içini yiyen kızının yanına gidiyor ve şöyle diyor: “Çok daha kötü olacağını düşünmüştüm.”

O kadın Charlotte Brontë’dir. Babasına verdiği roman ise ‘Jane Eyre’dir. Yani o dönemde İngiltere’nin en çok satan kitabı.

Charlotte’un romanına dair babasından duyacağı tek yorum bu olacaktır. Mektuplarından anladığımız kadarıyla bu onu incitmiş olmalı. Halbuki, Brontë ailesinin altı çocuğundan üçüncüsü olan Charlotte Brontë tam bir çetin cevizdir. Bir şair olan Anne ve en az kızkardeşi kadar iyi bir romancı olan Emily gibi, Charlotte da hayatının neredeyse tümünü yazarak geçirir. Ailenin duygusal merkezini oluşturan erkek kardeş Branwell de dahil olmak üzere, bütün kardeşlerini aynı sene içinde veremden kaybeder. 1849’a gelindiğinde aileden geriye sadece Charlotte ve babası kalmıştır.

Patrick Brontë, sinirlendiği zaman verandaya çıkıp karanlığa doğru bir iki el ateş eden ve kadınları terbiye etmek için arada bir şiddete başvurmanın kaçınılmaz olduğuna inanan bir adamdır. Charlotte, babasının bütün kaprislerini sabırla çeker. Hatta hayatının sonuna doğru evlenmeye karar verdiğinde, düğün günü kiliseye gelmek yerine kasabanın meyhanesinde arkadaşlarıyla içki içmeyi tercih ettiği için ona gönüllenmez bile.

‘Jane Eyre’ 1847’de basıldığında ülkenin en çok satan romanı haline gelir. Ama Charlotte da kızkardeşleri gibi, romanını bir mahlas kullanarak yayınlamıştır. Bir erkek ismi seçmiştir kendine: Currer Bell. Yani kimse yazarın aslında bir kadın olduğunun farkında değildir. Daha da fenası, kimse yazarın aslında o olduğunun farkında değildir. Sonunda belki de babasının da “cesaretlendirmesi” ile ortaya çıkmaya karar verir Charlotte. Bundan sonra da başına gelmedik kalmaz. O vakte kadar, eleştirmenlerin övgüsüne mazhar olan roman, bir kadının elinden çıktığı anlaşılınca yerden yere vurulur. Ne konunun kabalığı kalır, ne de karakterin basiretsizliği. Dönemin önemli edebiyat dergilerinden biri olan Rambler’da romanın “insanın aşağılık ve hayvani duyguları”na hitap ettiği ve düşük bir ahlâkın temsilcisi olduğu yazılır.

Charlotte Brontë 1855 senesinde 38 yaşındayken tifodan ve muhtemelen biraz da hayalkırıklığından ölür. Dokuz ay karnında taşıyıp doğuramadığı bebeğini ve yazamadığı kimbilir kaç romanı da yanında götürür.

Charlotte Brontë’nin yaşam öyküsü, bir kadının yazabilmek için kaç erkeğin iradesini hiçe sayması gerektiğinin hikayesi gibi gelir bana hep. Eğer bir kadınsanız ve yazmak istiyorsanız, babanızdan başlayarak hayatınıza giren erkeklerle birer birer hesaplaşmanız gerekecektir.

Kadından şair olmaz, diyeceklerdir size. Demeseler bile hissettireceklerdir. Felsefeciyseniz, kadın filozofların kıtlığından dem vuracaklardır. Mizah yapıyorsanız, en iyi ihtimalle gülümsetebilirsiniz insanları. Kahkahalarla güldürmek “uygunsuz” kaçacaktır. Roman yazıyorsanız, romandaki erkek karakterleri yeterince iyi temsil edip etmediğinize bakılacaktır hemen. Kadınların kendilerinden başka kimseyi anlatamadığı ve sadece kadın hikayeleri yazabildikleri düşünülür çünkü.

Kötüyseniz, hiç acımadan yerden yere vururlar. İyiyseniz, ağızlarının içinde yuvarlayarak “kadın romancı” derler. İyi romancı deseler yetecektir halbuki.

Erkeklerin hakim olduğu her yere desturla gireceksiniz, oranın esas sahibi olmadığınızı hiç bir zaman unutmayacaksınız, tartışmalarda mümkün olduğu kadar sessiz kalacaksınız ve asla büyük meselelere el atmayıp önünüze konan kırıntılarla oyalanmayı bileceksinizdir. Neyinize yetmez?

Ama bazı kadınlar yazmaya devam ederler. Bazen küçük ama unutulmaz bir öykü, bazen jilet keskinliğinde bir şiir, bazen de insanın yüreğine oturan bir roman. Bazen Füruzan, bazen Birhan Keskin, bazen de Tezer Özlü olurlar.


8 Mart Kadınlar Gününüz kutlu olsun!

Monday, March 08, 2010

Pippi'nin Çorabı


BirGün/ 8 Mart 2010

Kadınsanız hep haddinizi bildirirler. Çocukluktan başlar bu. Neyi giyip neyi giymeyeceğiniz, hangi oyunları oynayıp hangilerini oynayamayacağınız, neleri söyleyip söyleyemeyeceğiniz hep hatırlatılır size. Sürekli bir talim terbiyeye tabi tutulursunuz. Yavaş yavaş ruhunuz örselenir, renginiz solar, ışığınız söner. Bir kız çocuğuysanız eğer, büyümek sürekli bir geri çekilme hali, sonu gelmeyen bir yenilgidir. Herkes size, kabul edilebilir olmak istiyorsanız, kendinizden vazgeçmeniz gerektiğini söyler durur.

Küçükken, ideal bir kız çocuğu olmadığım bana sık sık hatırlatıldı. Üzerimden çıkarmadığım portakal rengi şortum, yara bere içindeki dizlerim ve ‘kabul edilmez’ davranışlarımla, rugan pabuçlu dantel çoraplı sessiz kızlar dünyasından oldukça uzağa düşüyordum. Kabul edilmez davranışlarım arasında, mahallenin bütün çocuklarını etrafıma toplayıp ‘Bebek nasıl yapılır?’ konulu bir konferans vermiş olmam da vardı. Bunun üzerine bir kısım anneler toplanıp bizim evi basmışlar ve bizimkilere hesap sormayı bir vatandaşlık görevi saymışlardı. Daha yedi yaşındayken, ‘mahallenin namusu’na leke sürmeyi başardığım için kendimle hala övünürüm. Ama asıl mesele bu değildi sanırım. Esas konu, bizim evde esen eşitlikçi hava nedeniyle, diğer kızlar kadar ayar almamış olmamdı.

Ama her zaman bunu yapacak birileri çıkar. Ben büyüdükçe, eş dost akraba komşu kim varsa, birer birer bana haddimi bildirmeye başladılar. Kızlar yüksek sesle konuşmaz, bacaklarını açarak oturmaz, oğlanlarla ağız dalaşına girmez, tükürme yarışı yapmaz ve ıslık çalmazdı. Her şey sorun olmaya başlamış, rahatım iyice kaçmıştı. Ellerimi nereye koyacağımı bilemediğim için cebime sokuyordum, bilmemne amca bu böyle olmaz diyordu. Büyük adımlarla yürüyordum, bilmemne teyze kızlar böyle at gibi koşmaz diyordu. Ve tamamen kadınlardan oluşan bir koro, sürekli ‘Dik dur, dik dur’ diye tempo tutarak şarkı söylüyordu. İyice kafam karışmıştı. Büyümek istediğimden bile pek emin değildim artık.

İşte tam bu sırada, Pippi imdadıma yetişti.

‘Pippi Uzunçorap’ benim için hala en feminist kitaptır. Pippi, yani kendisinin söylemekten hoşlandığı haliyle Pippilotta Viktualia Storperde Testinanesi, kimselere benzemeyen dokuz yaşında bir kızdır. Kasabanın sonundaki villada tekbaşına yaşar. Ama yalnız değildir. Evini atı ve maymunuyla paylaşır. Başınabuyruk ve maceracıdır. Çok da hazırcevaptır üstelik. ‘Seni bir Çocuk Evi’ne yerleştirmek gerek,’ diyen işgüzar Bayan Prysselius’a aynen şöyle cevap verir: ‘Ben bir çocuğum. Burası da benim evim. Eh, burada büyükler de olmadığına göre, bir Çocuk Evi’nde yaşadığım söylenebilir.’

Yetişkinlerin koyduğu kurallarla acımasızca dalga geçer Pippi. Düpedüz anarşisttir. Geleneksel cinsiyet rollerini de ters yüz eder aslında. Çok kuvvetlidir mesela. Tam ‘on polis gücünde’dir hatta. Atını hop diye kaldırıp sokaktan verandaya taşıyabilir. Başkalarının ne düşündüğüne hiç mi hiç aldırmaz. Kimsenin beğenmediği çillerini güneşlendirmek için pikniğe gider arada bir. Adaletsizliğe ise asla dayanamaz. Kendisinden çok daha büyük bir erkek çocuğa hiç korkmadan kafa tutar ve tuttuğu gibi bir ağacın dalına asıverir onu. Üstelik müthiş eğlencelidir. Kendine özgü diliyle yeni sözcükler yaratır ve onları kullanarak akılalmaz hikayeler anlatır.

‘Pippi Uzunçorap,’ bütün dünya ‘yapamazsın’ derken, sınırsızca hayal kurabileceğimi ve istediğim her şeyi olabileceğimi söyledi bana. Bunun için ona hep minnet duydum. Kitabın sonunda sanki bana sesleniyor gibi gelmişti: ‘Ben büyüyünce korsan olacağım. Ya sen?’

Bu soruyu ciddiye almaktan hiç vazgeçmedim.

Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum. Astrid Lindgren’in 1940larda hasta yatağındaki kızını eğlendirmek için yarattığı Pippi Uzunçorap artık 60 yaşını geçti. Kimbilir kaç neslin çocukları Pippi ile büyüdüler. Sıkıcı ve dargörüşlü amcalarla teyzeler tarafından ‘düzeltilmekten’ içleri daraldığında, odalarına koşup bu kitaba sarıldılar. Ve büyüdüklerinde bağımsız kadınlar oldular.

Bunun içindir ki, Danimarkalı feminist yazar Susanne Broger, ‘Hepimiz Pippi’nin çorabından çıktık,’ der. Haklıdır da.

8 Mart Kadınlar Günü kutlu olsun!