Showing posts with label Ahmet Şık. Show all posts
Showing posts with label Ahmet Şık. Show all posts

Monday, April 11, 2011

Bu dosyayı silmek istediğinizden emin misiniz?



BirGün
27 Mart 2011

Yasak kitaplar listesi sürprizlerle doludur. Aralarında kuramsal metinler, araştırmalar, romanlar, hatta çocuk kitapları bile bulabilirsiniz. ‘Alice Harikalar Diyarı’ insan gibi konuşup davranan hayvan figürleri tasvir ettiği için Çin’de, ‘Küçük Kara Samba’ milli duyguları zedelediği gerekçesiyle Japonya’da, Roald Dahl’ın ‘Cadılar’ adlı harika hikayesi de herhalde cadıların duygularını incittiği için Amerika’da bir süre yasaklanmıştır. Yine de hatırladığım en garip örnek, içindeki kimi tanımların genç zihinleri zehirleyeceği korkusu ile Amerikan okullarında bir dönem yasaklanan Merriam Webster sözlüğüdür.

Bu konuda ufak bir araştırma yaparsanız, kütüphanenizde başköşede duran, defalarca okuduğunuz, hatta hayatınızı değiştirmiş bir çok eserin değişik dönemlerde itinayla ortadan kaldırıldığını görürsünüz. Kafka’nın ‘Dönüşüm’ü Nazi iktidarı sırasında yakılmış, Lillian Hellman’ın oyunları McCarthy döneminde toplatılmış, Orwell’in ‘1984’ü de Stalin idaresindeki Rusya’da imha edilmiştir mesela.

Siyasi kariyerini Amerika’da komünistlere yönelik nefret ve korku üzerinden inşa etmiş olan McCarthy’nin yürüttüğü kitap avcılığının tarihteki yeri ayrıdır. Nazilerden sonra en çok kitap toplatan yönetim herhalde onunkidir. Hükümetin politikalarını ve bitmek bilmez paranoyasını mükemmel bir şekilde özetlediği için, akla gelen ilk örnek Arthur Miller’in ‘Cadı Kazanı’ olacaktır. Onyedinci yüzyılda Salem’de geçen akılalmaz bir cadı avını hikaye eden bu oyun, “ruhu şeytanlar tarafından ele geçirilmiş bir takım insanların ettiği hastalıklı laflara” yer verdiği için derhal toplatılmış ve yasaklanmıştır.

Anlaşılan Miller’ın oyunu, Katolik bir ailenin çocuğu olan muhafazakar ve milliyetçi McCarthy’nin her iki hassasiyetine birden dokunmuş, siyasi imalarının yanı sıra bir de dindar bir cemaati anlattığı için onu canevinden vurmuştur.

Yine de, bu “hassas” ve yasakçı iktidarlardan hiç biri, bir kitabı henüz basılmadan, daha bir taslak halindeyken yasaklamayı akıl edememiştir. Fakat biz birinciliği kimseye bırakır mıyız? Hele böyle gurur duyulmayacak bir konuda.

Dün gazetede okuduğum haberlere göre, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan gazeteci Ahmet Şık’ın ‘İmamın Ordusu’ adlı kitabının dijital kayıtlarına İthaki Yayınevi ve Radikal Gazetesi’ne yapılan polis operasyonuyla el konulmuş ve kopyaları silinmiş. Henüz basılmadığı için, kitap değil de “örgütsel döküman” olarak muamele göreceği ifade edilen bu metnin “taslağını elinde bulundurup teslim etmeyen herkesin örgüte yardım suçundan gözaltına alınacağı” da ek olarak duyurulmuş.

Henüz günyüzü görmemiş bir kitabın ortadan kaldırmasındaki ironiye hiç girmeyeceğim. Böylesine edebiyatta bile nadir rastlanır.

Fakat bu metinle teması olan herkesi sindirmek için ne gerekiyorsa yapan yönetimin kararlılığının çok şaşırtıcı olduğunu söylemeden edemeyeceğim. İnsan elinde olmadan merak ediyor tabii. Bu kitapta ne var ki, daha ortaya çıkmadan imha ediliyor? Polis kuvvetlerini seferber edecek, bilgisayarların peşine düşüp dosyaları birer birer sildirecek kadar önemli olan şey nedir?

Ahmet Şık’ın eşi Yonca Şık’a “elinde kitabın bir örneği varsa teslim etmesi” yönünde tebligatta bulunan, Radikal Gazetesi yazarı Ertuğrul Mavioğlu’nun bilgisayarından kitabın kopyalarının silinmesi emrini verenlerden bir an durup düşünmelerini rica ediyorum.

Bu dosyayı silmek istediğinizden emin misiniz?

Bu kadar korktuğunuz şey sonuçta bir kitaptır, hanımlar ve beyler. Binlercesi, yüzbinlercesi gibi sadece bir kitap. Ortaya çıkmış olsa bir çok benzerinin arasında kaynayıp gidecek, belki de dikkatimizden kaçacak bir metin.

Oysa şimdi her gün biraz daha güçleniyor. Çünkü o artık hepimizin bildiği bir kitap. Tek tek her dosyayı imha etseniz de, varlığından haberdar olduğumuz bir kitap. Hiçbir bilgisayarda hiçbir kopyası kalmasa bile, bizim için hep orada olacak bir kitap.

Şimdi bize “örgütsel doküman” olduğunu söylüyorsunuz. Onu bütün kayıtlardan “silmek” istiyorsunuz.

Tamam, diyelim ki bütün dosyaları birer birer sildiniz. Peki ya zihnimizde yarattığınız soruları da silebilecek misiniz?

Tuesday, March 08, 2011

Tahkikatın Son Perdesi

Shakespeare’in kimi oyunlarında bana çok ilginç gelen bir özellik vardır. Oyunun finaline gelindiğinde, sahnede yalnızca yan karakterler kalır. Bilhassa trajedilerde böyledir bu. Çünkü olan olmuş, felaketler gerçekleşmiş, esas adamlar ya başkaları tarafından ya da kendi elleriyle ortadan kaldırılmıştır. Son perdede sahneye çıkan karakterler nispeten daha az önemli kişilerdir. Bunlar bize genellikle oyunun bir özetini verirler; kimi zaman olan bitenden çıkarmamız gereken dersleri söylerler, ya da bundan sonra neler olabileceğini anlatırlar.

İlginç olan şudur ki, bu yan karakterler hikayeyi çoğu kez yanlış anlamışlardır. Anlattıkları şey bizim biraz önce sahnede izlediğimizle uzaktan yakından alakalı değildir. Mesela Danimarka’nın yeni kralı Fortinbras, Hamlet’in bir askere layık bir şekilde uğurlanmasını ister, çünkü ona göre genç prens yaşasaydı savaş alanında büyük cesaret gösterecektir. Oysa, gönüllerimizin prensi olsa da, Hamlet için söylenecek en son şey budur herhalde. Hamlet gözükara bir askerden çok bir düşünce adamıdır. Üstelik oyun tam da bu fikrin üzerine kuruludur.


Diğer oyunlarda da kimi örneklerini görebileceğimiz bu durumu hep biraz yadırgarım. Bütün bu karakterler, sanki oraya vaziyeti kurtarmak için konmuşlardır. Sanki birinin oyunu kapatması ortalığı toparlaması gerekiyordur da, bunlar da ellerinden geldiği kadar görevlerini yerine getiriyorlardır. Onun için iyi ihtimalle teamüle uygun bir şeyler söylerler. Ya da öyle bildik şeyleri tekrarlarlar ki, aslında hiç bir şey söylememiş olurlar.

Hükümetin önde gelen iki bakanı Bülent Arınç ile Cemil Çiçek gazetecilere yönelik operasyona ilişkin beyanatlar vermişler.

Arınç, basın mensuplarının tahkikata uğramalarının üzücü olduğunu ama bunun sonuçta herkes gibi onların da başına gelebileceğini söylemiş. Tam olarak alıntılamak gerekirse: “Şüphesiz her meslek mensubu, gazeteci de olsa, avukat da olsa, doktor da olsa, siyasetçi de olsa, suç işleme hakkına sahip değildir,” demiş. Cemil Çiçek de benzeri bir beyanat verdikten sonra, kendisine gazetecilere destek için yapılan yürüyüş ile ilgili bir şeyler sorulduğunda, “Ben onunla ilgili bir şey demem. Ben buraya gelirken ne sorulacağını biliyorum. Vereceğim cevabı da biliyorum ve verdim,” diye cevap vermiş.

Yani Shakespeare cenahından bakarsak: “Bunlar beni aşar, zaten böyle bir repliğim de yok, müsadenizle sahneyi kapatıp çıkacağım,” anlamına gelen bir şeyler söylemiş.

Şimdi bu iki devlet bakanı ve başbakan yardımcısının söylediklerine biraz daha yakından bakalım. Arınç’ın sırasıyla şunları söylüyor: 1) suç işleyen herkes tahkikata uğrar, 2) suç adi ya da siyasi olabilir, 3) yeterli delil bulunursa dava açılır, 4) dava ise ya mahkumiyetle ya da beraatle sonuçlanır.

Bülent Arınç sayesinde hukukta neyin ne olduğunu öğreniyoruz. Neyin ne olmadığını öğrenmek içinse, Cemil Çiçek’in söylediklerine bakmamız gerekiyor. O da çok önemli iki konuya parmak basmış: 1) tutukluluk mahkumiyet değildir, 2) tahliye beraat değildir.

Peki ya konu nedir gerçekten? Yılan hikayesine dönen bu oyunun son perdesinde, bize bu boş cümlelerden daha fazlasını söyleyebilecek birileri yok mu?

Maalesef yok. Hikayeyi anlatacak olanlar sessiz şimdi. Çünkü onları birer birer tutukluyorlar. Evlerinden, işyerlerinden alıp götürüyorlar. Sorgusuz sualsiz. Bazılarını içeri atarken diğerlerine gözdağı veriyorlar. Etrafa korku ve endişe salıyorlar.

Ama yüreğimizi ferah tutalım, her şey kanunlara uygun işliyor. Sayın Bülent Arınç’ın söylediği gibi, arama kararını verenler de, gözaltına alma kararını verenler de, tutuklayanlar da, iddianameyi hazırlayanlar da, hepsi “hakim sınıfından insanlar.”

Ne hoş bir kelime oyunu! Ama ben yan karakterlerde olduğu gibi, bu konuda da Shakespeare’i tercih ederim.