Shakespeare’in kimi oyunlarında bana çok ilginç gelen bir özellik vardır. Oyunun finaline gelindiğinde, sahnede yalnızca yan karakterler kalır. Bilhassa trajedilerde böyledir bu. Çünkü olan olmuş, felaketler gerçekleşmiş, esas adamlar ya başkaları tarafından ya da kendi elleriyle ortadan kaldırılmıştır. Son perdede sahneye çıkan karakterler nispeten daha az önemli kişilerdir. Bunlar bize genellikle oyunun bir özetini verirler; kimi zaman olan bitenden çıkarmamız gereken dersleri söylerler, ya da bundan sonra neler olabileceğini anlatırlar.
İlginç olan şudur ki, bu yan karakterler hikayeyi çoğu kez yanlış anlamışlardır. Anlattıkları şey bizim biraz önce sahnede izlediğimizle uzaktan yakından alakalı değildir. Mesela Danimarka’nın yeni kralı Fortinbras, Hamlet’in bir askere layık bir şekilde uğurlanmasını ister, çünkü ona göre genç prens yaşasaydı savaş alanında büyük cesaret gösterecektir. Oysa, gönüllerimizin prensi olsa da, Hamlet için söylenecek en son şey budur herhalde. Hamlet gözükara bir askerden çok bir düşünce adamıdır. Üstelik oyun tam da bu fikrin üzerine kuruludur.
Diğer oyunlarda da kimi örneklerini görebileceğimiz bu durumu hep biraz yadırgarım. Bütün bu karakterler, sanki oraya vaziyeti kurtarmak için konmuşlardır. Sanki birinin oyunu kapatması ortalığı toparlaması gerekiyordur da, bunlar da ellerinden geldiği kadar görevlerini yerine getiriyorlardır. Onun için iyi ihtimalle teamüle uygun bir şeyler söylerler. Ya da öyle bildik şeyleri tekrarlarlar ki, aslında hiç bir şey söylememiş olurlar.
Hükümetin önde gelen iki bakanı Bülent Arınç ile Cemil Çiçek gazetecilere yönelik operasyona ilişkin beyanatlar vermişler.
Arınç, basın mensuplarının tahkikata uğramalarının üzücü olduğunu ama bunun sonuçta herkes gibi onların da başına gelebileceğini söylemiş. Tam olarak alıntılamak gerekirse: “Şüphesiz her meslek mensubu, gazeteci de olsa, avukat da olsa, doktor da olsa, siyasetçi de olsa, suç işleme hakkına sahip değildir,” demiş. Cemil Çiçek de benzeri bir beyanat verdikten sonra, kendisine gazetecilere destek için yapılan yürüyüş ile ilgili bir şeyler sorulduğunda, “Ben onunla ilgili bir şey demem. Ben buraya gelirken ne sorulacağını biliyorum. Vereceğim cevabı da biliyorum ve verdim,” diye cevap vermiş.
Yani Shakespeare cenahından bakarsak: “Bunlar beni aşar, zaten böyle bir repliğim de yok, müsadenizle sahneyi kapatıp çıkacağım,” anlamına gelen bir şeyler söylemiş.
Şimdi bu iki devlet bakanı ve başbakan yardımcısının söylediklerine biraz daha yakından bakalım. Arınç’ın sırasıyla şunları söylüyor: 1) suç işleyen herkes tahkikata uğrar, 2) suç adi ya da siyasi olabilir, 3) yeterli delil bulunursa dava açılır, 4) dava ise ya mahkumiyetle ya da beraatle sonuçlanır.
Bülent Arınç sayesinde hukukta neyin ne olduğunu öğreniyoruz. Neyin ne olmadığını öğrenmek içinse, Cemil Çiçek’in söylediklerine bakmamız gerekiyor. O da çok önemli iki konuya parmak basmış: 1) tutukluluk mahkumiyet değildir, 2) tahliye beraat değildir.
Peki ya konu nedir gerçekten? Yılan hikayesine dönen bu oyunun son perdesinde, bize bu boş cümlelerden daha fazlasını söyleyebilecek birileri yok mu?
Maalesef yok. Hikayeyi anlatacak olanlar sessiz şimdi. Çünkü onları birer birer tutukluyorlar. Evlerinden, işyerlerinden alıp götürüyorlar. Sorgusuz sualsiz. Bazılarını içeri atarken diğerlerine gözdağı veriyorlar. Etrafa korku ve endişe salıyorlar.
Ama yüreğimizi ferah tutalım, her şey kanunlara uygun işliyor. Sayın Bülent Arınç’ın söylediği gibi, arama kararını verenler de, gözaltına alma kararını verenler de, tutuklayanlar da, iddianameyi hazırlayanlar da, hepsi “hakim sınıfından insanlar.”
Ne hoş bir kelime oyunu! Ama ben yan karakterlerde olduğu gibi, bu konuda da Shakespeare’i tercih ederim.
Showing posts with label hamlet. Show all posts
Showing posts with label hamlet. Show all posts
Tuesday, March 08, 2011
Sunday, December 20, 2009
Geç Kağıdı
BirGün/ 15:40 20 Aralık 2009
Lisedeyken hayatımızda ‘geç kağıdı’ diye bir şey vardı. Biz ona ‘geç otur kağıdı’ da derdik. Çünkü derse geç kaldığınız zaman öğretmen denen bariyerden kazasız belasız geçip sıraya oturmanın tek yolu buydu. Onu almadan sınıfa giremez, hayata karışamazdınız. Bu kağıdı almak da çok eziyetli bir işti gerçi. Müdür muavinine gidilir, sonra bin bir eza ile neden geç kalındığı anlatılır. Mazeretiniz uygun bulunursa, geç kağıdı verilir. Yoksa ‘yok’ yazılırsınız, devamsızlık sayılır falan filan. Bazan veliniz aranır, durumunuz izah edilir. Hatta bunu alışkanlık haline getirirseniz, okula alınmaz gerisin geriye eve postalanırsınız. Geç kalacaksanız birkaç kez düşünmeniz gerekir yani.
Yine de ‘geç kağıdı’nın hayatı kolaylaştıran bir tarafı vardı. Onu alınca, zamanı durdurmuş gibi olurdunuz. Hani tam ceza alacakken kurtulmanın, beladan mucizevi bir şekilde sıyrılıvermenin rahatlığı vardır ya, öyle bir hafiflik de gelirdi insanın üzerine. Sanki her şey düzelmiş, işler yoluna girmiş, yepyeni bir şans elde etmiş gibi hissederdiniz.
Bazen keşke hayatın kendisinde de ‘geç kağıdı’ olsa diye düşünüyorum. Onu verip kürsünün solundan kıvrılıp geçsek ve sıramıza otursak.
Geç kalmaktan hep korkmuşumdur. Ama hep derler ya, ‘korktuğun şey başına gelendir.’ Benim için de böyledir bu. Her şeye gecikmişimdir hayatta. İnsanlara, durumlara, olaylara, her şeye. Behçet Necatigil’in ‘Sevgilerde’ adlı o unutulmaz şiirinde söylediği gibi, hep “geniş zamanlar” umarken, “yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği”ni bilememişimdir.
Düşünüyorum da, başkalarının hayatında bir an evvel halledilip geride bırakılması gereken birer aşama olarak görülen değişiklikler, benim hayatımda ya ‘daha zamanım var’ hissiyle ertelenip durmuş ya da didiklene didiklene birer meseleye dönüşüp yılan hikayesi gibi uzamıştır. Bir modernlik hastalığı olan ve bizim nesilde gayet ağır seyreden ‘Hamlet sendromu’ndan mustarip olduğum için, “kararlılığın doğal rengi, düşüncenin soluk gölgesiyle bozulmuş,” ben bin düşünüp bir karar vermeye çalışırken trenler kaçmış, zaman geçip gitmiştir.
Oysa elimde bir ‘geç kağıdı’ olsaydı mesela, böyle mi olurdu? Neler yapmazdım ki! Doğru lafları zamanında eder, kayıp gidecekken tutamadığım arkadaşlarımı bu sefer yakalar, çeşitli sebeplerle dileyemediğim özürleri bu kez unutmazdım.
Düşünüyorum da, memleket olarak da durumumuz pek farklı değil aslında. Bize onu veren müdür muavinine dair iyi hisler beslemesek de, hatta asıl geç kalan biz değil de kağıdı verenin kendisi olsa da, Kürt Açılımı bir tür ‘geç kağıdı’ydı. Sanki yeniden demokrasi dersine katılma şansına sahip olmuşuz, bu sefer bahçede beklemek zorunda değilmişiz gibi gelmişti bana. Çoktan çözülmüş olması gereken bu soruna, bir kez daha el atıldığının göstergesiydi bu. Umudumuz ortak bir dil bulunması, akan kanın durması ve silahlar yerine siyasetçilerin karşı karşıya gelmesiydi.
Oysa geçen hafta yaşanan gelişmelerle yine sınıfın dışında kaldık gibi görünüyor. DTP’nin kapatılması ve iletişim kanallarının tamamen devre dışı bırakılması, muhtemelen uzunca bir süre daha bu derse dahil olamayacağımıza işaret ediyor.
Kapatılan DTP’nin başkanı Ahmet Türk son konuşmasında, şimdiye kadar şiddete hiç prim vermediklerini, aksine her seferinde silahların susması yönünde telkinlerde bulunduklarını söyledi ve demokratik düzlemde siyasi bir çözüm peşinde koşan DTP’nin yokluğunun kimseye bir faydası olmayacağını hissettirdi.
Kürt meselesi otuz senedir hepimizin canını yakıyor. Çözümü siyasette arayan bir partinin kapatılmasıyla bir ‘geç kağıdı’ daha yandı. Bir dahaki ne zaman gelir kim bilir.
Lisedeyken hayatımızda ‘geç kağıdı’ diye bir şey vardı. Biz ona ‘geç otur kağıdı’ da derdik. Çünkü derse geç kaldığınız zaman öğretmen denen bariyerden kazasız belasız geçip sıraya oturmanın tek yolu buydu. Onu almadan sınıfa giremez, hayata karışamazdınız. Bu kağıdı almak da çok eziyetli bir işti gerçi. Müdür muavinine gidilir, sonra bin bir eza ile neden geç kalındığı anlatılır. Mazeretiniz uygun bulunursa, geç kağıdı verilir. Yoksa ‘yok’ yazılırsınız, devamsızlık sayılır falan filan. Bazan veliniz aranır, durumunuz izah edilir. Hatta bunu alışkanlık haline getirirseniz, okula alınmaz gerisin geriye eve postalanırsınız. Geç kalacaksanız birkaç kez düşünmeniz gerekir yani.
Yine de ‘geç kağıdı’nın hayatı kolaylaştıran bir tarafı vardı. Onu alınca, zamanı durdurmuş gibi olurdunuz. Hani tam ceza alacakken kurtulmanın, beladan mucizevi bir şekilde sıyrılıvermenin rahatlığı vardır ya, öyle bir hafiflik de gelirdi insanın üzerine. Sanki her şey düzelmiş, işler yoluna girmiş, yepyeni bir şans elde etmiş gibi hissederdiniz.
Bazen keşke hayatın kendisinde de ‘geç kağıdı’ olsa diye düşünüyorum. Onu verip kürsünün solundan kıvrılıp geçsek ve sıramıza otursak.
Geç kalmaktan hep korkmuşumdur. Ama hep derler ya, ‘korktuğun şey başına gelendir.’ Benim için de böyledir bu. Her şeye gecikmişimdir hayatta. İnsanlara, durumlara, olaylara, her şeye. Behçet Necatigil’in ‘Sevgilerde’ adlı o unutulmaz şiirinde söylediği gibi, hep “geniş zamanlar” umarken, “yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği”ni bilememişimdir.
Düşünüyorum da, başkalarının hayatında bir an evvel halledilip geride bırakılması gereken birer aşama olarak görülen değişiklikler, benim hayatımda ya ‘daha zamanım var’ hissiyle ertelenip durmuş ya da didiklene didiklene birer meseleye dönüşüp yılan hikayesi gibi uzamıştır. Bir modernlik hastalığı olan ve bizim nesilde gayet ağır seyreden ‘Hamlet sendromu’ndan mustarip olduğum için, “kararlılığın doğal rengi, düşüncenin soluk gölgesiyle bozulmuş,” ben bin düşünüp bir karar vermeye çalışırken trenler kaçmış, zaman geçip gitmiştir.
Oysa elimde bir ‘geç kağıdı’ olsaydı mesela, böyle mi olurdu? Neler yapmazdım ki! Doğru lafları zamanında eder, kayıp gidecekken tutamadığım arkadaşlarımı bu sefer yakalar, çeşitli sebeplerle dileyemediğim özürleri bu kez unutmazdım.
Düşünüyorum da, memleket olarak da durumumuz pek farklı değil aslında. Bize onu veren müdür muavinine dair iyi hisler beslemesek de, hatta asıl geç kalan biz değil de kağıdı verenin kendisi olsa da, Kürt Açılımı bir tür ‘geç kağıdı’ydı. Sanki yeniden demokrasi dersine katılma şansına sahip olmuşuz, bu sefer bahçede beklemek zorunda değilmişiz gibi gelmişti bana. Çoktan çözülmüş olması gereken bu soruna, bir kez daha el atıldığının göstergesiydi bu. Umudumuz ortak bir dil bulunması, akan kanın durması ve silahlar yerine siyasetçilerin karşı karşıya gelmesiydi.
Oysa geçen hafta yaşanan gelişmelerle yine sınıfın dışında kaldık gibi görünüyor. DTP’nin kapatılması ve iletişim kanallarının tamamen devre dışı bırakılması, muhtemelen uzunca bir süre daha bu derse dahil olamayacağımıza işaret ediyor.
Kapatılan DTP’nin başkanı Ahmet Türk son konuşmasında, şimdiye kadar şiddete hiç prim vermediklerini, aksine her seferinde silahların susması yönünde telkinlerde bulunduklarını söyledi ve demokratik düzlemde siyasi bir çözüm peşinde koşan DTP’nin yokluğunun kimseye bir faydası olmayacağını hissettirdi.
Kürt meselesi otuz senedir hepimizin canını yakıyor. Çözümü siyasette arayan bir partinin kapatılmasıyla bir ‘geç kağıdı’ daha yandı. Bir dahaki ne zaman gelir kim bilir.
Etiketler:
behçet necatigil,
geç kağıdı,
hamlet,
tereddüt
Subscribe to:
Posts (Atom)