Showing posts with label Paul Auster. Show all posts
Showing posts with label Paul Auster. Show all posts

Monday, February 06, 2012

Son Şeyler Ülkesinde


BirGün
5 Şubat 2012


Bu haftanın en acayip olayı Başbakan Erdoğan’ın Amerikalı yazar Paul Auster’la polemiğe girmesiydi.

Hürriyet’e bir söyleşi veren Auster, ifade özgürlüğü ile ilgili sorunlar nedeniyle Türkiye'ye gelmeyi reddettiğini açıklayınca, Başbakan Erdoğan artık bize tanıdık gelen üslubuyla Auster’a ayar verdi: “Türkiye’yi antidemokratik bulduğu için gelmiyormuş. Hapiste yatan gazeteciler yüzünden Türkiye'ye gelmiyor. Çin’e de gitmiyormuş. Aman! Biz sana çok muhtacız. Gelsen ne olur gelmesen ne olur. Türkiye irtifa mı kaybeder?”

Erdoğan, Batı’dan gelen eleştiriler söz konusu olduğunda, meseleyi soğukkanlı bir şekilde tartışmak yerine, içimizdeki çift başlı canavarı beslemeyi tercih ediyor. Marazi bir aşkın cenderesinde sıkışıp kalmış olduğumuzu hiç aklından çıkarmıyor. Soğuk bir sarışına haddini bildirir gibi, Batı’nın yüzüne yüzüne çarpıyor delikanlılığını. Böylece, bir yandan ciddiye alınma arzumuzu körüklüyor, bir yandan da senelerdir kenara itilmiş olmaktan gelen öfkemizi kabarttıkça kabartıyor.

Bunun içindir ki, Batı ile her temasımızda olduğu gibi, Auster meselesinde de, milli gururumuzla onun “kötü ikizi” olan kendimizi beğendirme telaşının arasına sıkıştık. “Daha da gelmesin”cilerle “Eyvah, rezil olduk”cular her zamanki tartışmalarını yaptılar ve sosyal medyada birbirlerini hırpalayıp durdular.

Hep böyle bir duygu şelalesi içinde coşup gidiyoruz. Esas mesele de arada kaynıyor.

Yine aynı şey oldu. Erdoğan, böyle durumlarda genellikle yaptığı gibi, hedefi şaşırttı ve tartışmanın yönünü değiştirdi. Türkiye’deki ifade özgürlüğü ve insan hakları sorunlarına bakmayacaktık. İsrail’in yaptığı eziyetler ne güne duruyordu? Ya da Amerika’nın kabahatleri? Auster da, belli ki cahilin biriydi, bütün bunları akıl edememiş, kalkıp Türkiye’yi işaret etmişti.

Paul Auster, Başbakan’ın konuşması üzerine yaptığı yazılı açıklamada, başta kendi ülkesi Amerika olmak üzere bir çok ülkede adaletsizlikler yaşandığının farkında olduğunu, ancak söz konusu ülkelerde en azından bu adaletsizlikleri dile getirmenin mümkün olduğuna inandığını, Türkiye’de ise buna teşebbüs edenlerin kendilerini hapiste bulduğunu söylüyordu.

Yani meselenin ifade özgürlüğü olduğunu hatırlatıyor ve bizi meseleye oradan bakmaya davet ediyordu.

Fakat bütün bu toz duman ve duygu yoğunluğu içinde, Auster’ın açıklaması güme gitti. Çünkü yeterince hararetli ve kışkırtıcı değildi. Muhatabını tartışmanın esas eksenine geri çağıran mesafeli bir açıklamaydı bu. Aşk, nefret ve heyecan kokmuyordu. Türk kamuoyunda karşılık bulması beklenemezdi.

Onun yerine, davullu zurnalı “anca gidersin” yazıları yazıldı. Auster’a kibirli diyenler oldu. Onu ikiyüzlülükle itham edenler oldu. Öyle ya, neden önce dönüp kendi ülkelerindeki sorunlara bakmazdı bu adamlar?

Oysa, bunların hiç biri tartışmanın esası ile ilgili değildi. Auster kişisel bir seçim yapmış ve cezaevlerindeki gazeteciler konusunda kamuoyu yaratmak amacıyla siyasi bir duruş sergilemişti.

İşin aslı şu ki, Erdoğan bu açıklamayı yaparak Auster’ı haklı çıkardı. Dünyanın yaşayan en büyük yazarlarından birini “cahil” ilan etmenin gülünçlüğü bir yana, kendisinden farklı düşünenleri paylamakta beis görmediği ortaya çıktı. İfade özgürlüğü tartışması içinde bu durum iyice göze battı.

Daha da fenası, Başbakan kültür dünyasına prim vermediğini de bir kez daha kanıtlamış oldu. Paul Auster’ın Türkiye’de çok sevilen yazarlardan biri olması, neredeyse yazdığı her satırın çevrilip geniş bir okuyucu kitlesiyle buluşması önemli değildi. Hatta son kitabı “Kış Günlüğü”nün, memleketi olan Amerika’dan önce ve ilk olarak Türkiye'de basılması da bir anlam taşımıyordu.

Başbakan Erdoğan, bu açıklamayı yaparak, hepimiz adına bütün dünyaya, roman da romancı da hiç umrumuzda değil, demiş oldu. Öyle ya, bize koymazdı. Biz Nobelli yazarını dövmekten beter etmiş bir ülkenin insanlarıydık.

Böylece, tiyatrolar, konser salonları, müzeler ve sergi alanlarından sonra, edebiyat da resmi olarak Türkiye’den kovuldu.

Her güzel şeyin bir bir kaybolup gittiği, dünyanın yavaş yavaş bizim olmaktan çıktığı “Son Şeyler Ülkesinde” yaşadığımızı bir kez daha hatırlamış olduk.

Tuesday, December 08, 2009

Bir divanın üzerinde


BirGün/ 14:52 14 Haziran 2009

Kimi kitapların bende hatırası vardır. Onları ne zaman görsem bir insanı, zihnime kazınmış bir görüntüyü, ya da bazen koca bir dönemi hatırlarım.
Paul Auster’ın ‘Ay Sarayı’ da bu kitaplardan biridir. Bana yalnızca öğrenciliğimin biraz sıkıntılı ama yine de güzel geçen ilk yıllarını değil, sevgili arkadaşım Orhan’ı, onun Hisar’daki ışıklı evini ve hemen hepsini bir divanın üzerinde çay içip sohbet ederek tükettiğimiz öğleden sonralarını hatırlatır. ‘Ay Sarayı’nın kapağını bile uzaktan görsem, o güzelim ev bütün ayrıntılarıyla zihnimde canlanır: Üst kata doğru çıkan ahşap basamakları, sigara dumanından bunalıp pencereyi açtığımız zaman rüzgarda uçuşan kağıtları ve her bahar bahçede nazlı nazlı sallanan asırlık manolyayı görür gibi olurum. Kulaklarımda Orhan’ın beslediği kanaryaların sesi yankılanır durur.
Orhan’ı ilk gördüğümde, uyuduğum yatak odasının penceresinde bir hayalet gibi duruyordu. Aslında iyi huylu bir hayalet demeliyim, çünkü –sonradan pek sevip ‘derviş gülücüğü’ adını takacağım– suratını aydınlatan o parlak gülümseme, dudaklarından yüzünün geri kalanına doğru dalgalar halinde yayılıyordu. Saçları sakalları uzundu. Üzerindeki gömlek terden vücuduna yapışmış, uzun süredir giyilmekten buruş buruş olmuştu. Blucini kirden meşin halini almıştı. Bir elinde küçük bir çanta, öteki elinde içinde vahşi bir şahin bulunan bir kafes vardı. İncecik vücuduyla camın önünde dikilmiş öylece duruyordu. Uyku sersemliği icinde perdeyi açtığımda o meşhur gülümsemesiyle karşılaştım.
Kaldığım ev Beşiktaş’ta bir bodrum katıydı. O yaz, Yıldız Sarayı’nın devasa duvarlarına bakan o küçücük ve karanlık evde erkek arkadaşım, ben, bir köpek, bir su kaplumbağası, rutubetten ve içtiğimiz onca sigara yüzünden astım olmuş bir kanarya arada bir dövüşerek yaşıyorduk. Aramıza birinin daha katılması pek bir şey değiştirmeyecekti.
Orhan eve gelir gelmez salondaki divana yerleşti ve orada yaşamaya başladı. (Şahini de kanaryadan uzak bir yere yerleştirdik.) Sabahları işe gidiyordum. Eve döndüğümde, Orhan’ı divanında kitap okurken buluyordum. Genellikle, dönüş saatimi hesaplar ve bana yetişecek şekilde çay demlerdi. Çayımızı içerken bana okuduklarını anlatırdı. Beni bir sürü yeni yazarla tanıştırdı. Kitaplar ortak keyfimizdi.
Orhan bizimle bir süre yaşadıktan sonra, bir gün eşyalarını toplayıp Hisar’a, uzun yıllar pansiyoner olarak kalacağı ahşap konağa yerleşti. Böylece, daha önce o bizim divanımızda yaşarken, fırsat buldukça ben onun divanında vakit geçirir hale geldim. Boğaz manzaralı konakta, çay ve pötibör bisküvi ile geçirdiğimiz günler de böylece başlamış oldu. (Paramız olduğu zaman rakı da içerdik ama bu nadiren olurdu.)
Orhan’ın odası kitaplarla dolup taştığı için sürekli şekil değiştiriyordu. Sonunda bu kadar kitapla baş edemeyip sahaflığa başladı. Fakat bu durum, kitapların azalmasına değil çoğalmasına yol açtı. Öyle bir hale geldi ki, Orhan kitapların üzerinde yatıp kalkıyor ve o günkü ihtiyaca göre kitaplardan yatak, komodin, tabure falan yapıyordu.
Bir gün okul çıkışı ona uğradığımda, neşe içinde elime bir kitap tutuşturdu ve bana aramızda artık bir şaka haline gelen şu lafı etti: “Kullanım hakkı senin, mülkiyet hakkı benim.” Bana verdiği kitap ‘Ay Sarayı’ydı. Auster’ın başkişisi Marco Fogg şaşırtıcı bir şekilde Orhan’a benziyordu: O da Orhan gibi kitapların üzerinde yaşıyor ve parası bittikçe kitaplardan bir kısmını satarak geçiniyordu.
‘Ay Sarayı’nı hemen oracıkta, kırık bacağı kitaplarla desteklendiği için bir tekne gibi hafifçe sallanan divana kıvrılarak okudum. Daha romanın başından, Orhan’ın bu kitabı niye bu kadar sevdiğini anlar gibi oldum, çünkü Auster tamamen durağan bir örgüden yola çıkarak bir yol hikâyesi anlatıyordu. Raslantılarla örülmüş bu hikâye, aslında “hareketsizlik” teması üzerine kurulu bir macera romanıydı.
Yaşıtlarımız çantalarını sırtlarına vurmuş dünyayı falan gezerken, bizim Orhan’la bütün maceralarımızı bir divan üzerinde yaşıyor olduğumuzu düşününce, bu tema bana hiç de yabancı gelmiyordu. Divanda okurken ya da okuduklarımız hakkında konuşurken dünya yansa umrumuzda değildi. Öğrenciydik, hayalperesttik ve aslında hepimiz aynı tatlı kayıtsızlık içinde yaşıyorduk. Biz divanda oturanlar için, elektrik faturalarını ödemeyip sayacın sökülmesini beklemek ya da suyu kesmeye gelenleri atalet içinde seyretmek vaka-i adiyeden sayılırdı. Telefonumuz zaten yoktu, hat kesilemezdi. Karnımız tok olduğu sürece iyiydik. Bunun dışında nadiren bir şey isterdik. Öyle bir zamandı ki, bir şeyi yeterince beklerseniz o size gelirdi zaten. Çaba göstermek gereksizdi.
O ağır ağır solan öğleden sonralarını, Hisar’daki ahşap konakta esen rüzgârları ve Orhan’la birlikte hayatıma giren sevecen yavaşlığı ne kadar özlüyorum.
Ben hayata karıştım çoktan. Hisar’daki konak yıkıldı. Neyse ki, Orhan hep aynı. Hâlâ bir divanın üzerinde okuyor. Onun için, onu ne zaman görsem, kendimi evime dönmüşüm gibi hissediyorum.