Tuesday, December 08, 2009

Bir divanın üzerinde


BirGün/ 14:52 14 Haziran 2009

Kimi kitapların bende hatırası vardır. Onları ne zaman görsem bir insanı, zihnime kazınmış bir görüntüyü, ya da bazen koca bir dönemi hatırlarım.
Paul Auster’ın ‘Ay Sarayı’ da bu kitaplardan biridir. Bana yalnızca öğrenciliğimin biraz sıkıntılı ama yine de güzel geçen ilk yıllarını değil, sevgili arkadaşım Orhan’ı, onun Hisar’daki ışıklı evini ve hemen hepsini bir divanın üzerinde çay içip sohbet ederek tükettiğimiz öğleden sonralarını hatırlatır. ‘Ay Sarayı’nın kapağını bile uzaktan görsem, o güzelim ev bütün ayrıntılarıyla zihnimde canlanır: Üst kata doğru çıkan ahşap basamakları, sigara dumanından bunalıp pencereyi açtığımız zaman rüzgarda uçuşan kağıtları ve her bahar bahçede nazlı nazlı sallanan asırlık manolyayı görür gibi olurum. Kulaklarımda Orhan’ın beslediği kanaryaların sesi yankılanır durur.
Orhan’ı ilk gördüğümde, uyuduğum yatak odasının penceresinde bir hayalet gibi duruyordu. Aslında iyi huylu bir hayalet demeliyim, çünkü –sonradan pek sevip ‘derviş gülücüğü’ adını takacağım– suratını aydınlatan o parlak gülümseme, dudaklarından yüzünün geri kalanına doğru dalgalar halinde yayılıyordu. Saçları sakalları uzundu. Üzerindeki gömlek terden vücuduna yapışmış, uzun süredir giyilmekten buruş buruş olmuştu. Blucini kirden meşin halini almıştı. Bir elinde küçük bir çanta, öteki elinde içinde vahşi bir şahin bulunan bir kafes vardı. İncecik vücuduyla camın önünde dikilmiş öylece duruyordu. Uyku sersemliği icinde perdeyi açtığımda o meşhur gülümsemesiyle karşılaştım.
Kaldığım ev Beşiktaş’ta bir bodrum katıydı. O yaz, Yıldız Sarayı’nın devasa duvarlarına bakan o küçücük ve karanlık evde erkek arkadaşım, ben, bir köpek, bir su kaplumbağası, rutubetten ve içtiğimiz onca sigara yüzünden astım olmuş bir kanarya arada bir dövüşerek yaşıyorduk. Aramıza birinin daha katılması pek bir şey değiştirmeyecekti.
Orhan eve gelir gelmez salondaki divana yerleşti ve orada yaşamaya başladı. (Şahini de kanaryadan uzak bir yere yerleştirdik.) Sabahları işe gidiyordum. Eve döndüğümde, Orhan’ı divanında kitap okurken buluyordum. Genellikle, dönüş saatimi hesaplar ve bana yetişecek şekilde çay demlerdi. Çayımızı içerken bana okuduklarını anlatırdı. Beni bir sürü yeni yazarla tanıştırdı. Kitaplar ortak keyfimizdi.
Orhan bizimle bir süre yaşadıktan sonra, bir gün eşyalarını toplayıp Hisar’a, uzun yıllar pansiyoner olarak kalacağı ahşap konağa yerleşti. Böylece, daha önce o bizim divanımızda yaşarken, fırsat buldukça ben onun divanında vakit geçirir hale geldim. Boğaz manzaralı konakta, çay ve pötibör bisküvi ile geçirdiğimiz günler de böylece başlamış oldu. (Paramız olduğu zaman rakı da içerdik ama bu nadiren olurdu.)
Orhan’ın odası kitaplarla dolup taştığı için sürekli şekil değiştiriyordu. Sonunda bu kadar kitapla baş edemeyip sahaflığa başladı. Fakat bu durum, kitapların azalmasına değil çoğalmasına yol açtı. Öyle bir hale geldi ki, Orhan kitapların üzerinde yatıp kalkıyor ve o günkü ihtiyaca göre kitaplardan yatak, komodin, tabure falan yapıyordu.
Bir gün okul çıkışı ona uğradığımda, neşe içinde elime bir kitap tutuşturdu ve bana aramızda artık bir şaka haline gelen şu lafı etti: “Kullanım hakkı senin, mülkiyet hakkı benim.” Bana verdiği kitap ‘Ay Sarayı’ydı. Auster’ın başkişisi Marco Fogg şaşırtıcı bir şekilde Orhan’a benziyordu: O da Orhan gibi kitapların üzerinde yaşıyor ve parası bittikçe kitaplardan bir kısmını satarak geçiniyordu.
‘Ay Sarayı’nı hemen oracıkta, kırık bacağı kitaplarla desteklendiği için bir tekne gibi hafifçe sallanan divana kıvrılarak okudum. Daha romanın başından, Orhan’ın bu kitabı niye bu kadar sevdiğini anlar gibi oldum, çünkü Auster tamamen durağan bir örgüden yola çıkarak bir yol hikâyesi anlatıyordu. Raslantılarla örülmüş bu hikâye, aslında “hareketsizlik” teması üzerine kurulu bir macera romanıydı.
Yaşıtlarımız çantalarını sırtlarına vurmuş dünyayı falan gezerken, bizim Orhan’la bütün maceralarımızı bir divan üzerinde yaşıyor olduğumuzu düşününce, bu tema bana hiç de yabancı gelmiyordu. Divanda okurken ya da okuduklarımız hakkında konuşurken dünya yansa umrumuzda değildi. Öğrenciydik, hayalperesttik ve aslında hepimiz aynı tatlı kayıtsızlık içinde yaşıyorduk. Biz divanda oturanlar için, elektrik faturalarını ödemeyip sayacın sökülmesini beklemek ya da suyu kesmeye gelenleri atalet içinde seyretmek vaka-i adiyeden sayılırdı. Telefonumuz zaten yoktu, hat kesilemezdi. Karnımız tok olduğu sürece iyiydik. Bunun dışında nadiren bir şey isterdik. Öyle bir zamandı ki, bir şeyi yeterince beklerseniz o size gelirdi zaten. Çaba göstermek gereksizdi.
O ağır ağır solan öğleden sonralarını, Hisar’daki ahşap konakta esen rüzgârları ve Orhan’la birlikte hayatıma giren sevecen yavaşlığı ne kadar özlüyorum.
Ben hayata karıştım çoktan. Hisar’daki konak yıkıldı. Neyse ki, Orhan hep aynı. Hâlâ bir divanın üzerinde okuyor. Onun için, onu ne zaman görsem, kendimi evime dönmüşüm gibi hissediyorum.

No comments: