Showing posts with label ahmet hamdi tanpınar. Show all posts
Showing posts with label ahmet hamdi tanpınar. Show all posts

Sunday, May 29, 2011

Dedemin Saati



BirGün
29 Mayıs 2011

Yaşadığımız evin her odasında ayrı bir saat var. Hepsi aynı renk ve boyutta dört duvar saati. Saatlerin her biri farklı bir zamanı gösteriyor. Hepsi belli bir anda durmuş. Böylece her odada günün başka bir saati yaşanıyor. Mutfakta hiç bitmeyen bir sabah var mesela. Salonda da sonsuz bir gece. Garip bir şey.

Berkeley’deki eve taşınırken saatleri ilk fark ettiğimde yadırgamıştım. Ama zamanla alıştım ve bu konuda bir şey yapmamaya karar verdim. Başka bir çok şey gibi, bunu da evin kendine has acayipliklerinden biri olarak kabul ettim.

Geçenlerde arkadaşlarım gelmişti. Biri saatleri sordu. Bilmiyorum, dedim, onları oraya ben koymadım. Bunun üzerine herkes bizden önceki kiracının neden sağa sola saatler yerleştirmiş olabileceğine dair konuşmaya başladı. Biri onun randevularına yetişemeyen dağınık bir insan olduğuna karar verdi. Sonunda bu halinden bezmiş ve evin her odasına bir saat koyarak bir daha asla geç kalmayacağından emin olmak istemişti. Bir başkası, adamın denizci olduğunu iddia etti. Her limanda bir sevgilisi olduğu için saatleri onların yaşadığı denizaşırı ülkelerin zamanına ayarlamıştı. Neden ki, diye sorduk. Hepsini sırayla arayabilmek için tabii, dedi. Öyle müthiş bir aşıkmış ki, hiç birini ihmal etmiyormuş. Bu fikirle çok eğlendik. Sonunda birisi, IKEA’da bu saatlerin dördünü üç kuruşa satıyorlar, diyerek tadımızı kaçırmamış olsaydı eğlenmeye de devam edecektik aslında.

Gerçekçi insanlara çok ihtiyacımız var. Ama böyle zamanlarda değil. Neyse.

Herkes evine gittikten sonra, etrafı toplayıp yatmaya hazırlanırken zihnim bir iki tur atıp yeniden saatlere döndü. Çalıştırsam mı onları diye düşündüm. Pil mi almak gerekiyordu? Yoksa kurmak mı lazımdı?

Bunun üzerine gözümün önünde çocukluğumdan kalma bir sahne belirdi. Kocaman anahtarı ile duvar saatini kurmaya hazırlanan dedemin görüntüsü.

Tanpınar’ın romanı ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün meşhur karakteri Mübarek gibi, dedemin saati de benim çocukluğumun bir kısmını zapt etmiştir. Ahşap gövdesi ve heybetli gongu ile gösterişli bir saat olan Mübarek’e nazaran bizimki çok daha mütevazı bir duvar saatiydi. Ama hayatımızdaki yeri en az Mübarek kadar merkeziydi.

Evde onun kadar itina gösterilen bir başka şey daha yoktu. Bir defa asla durmaması gerekiyordu. Dedem her gün ajans başlayınca sandalyesine tırmanır, saatin kapağını açar ve anahtarı cebinden çıkarıp deliğe taktıktan sonra çevirmeye başlardı. Anahtarın delikte dönerken çıkardığı gıcırtılı sesi çok sevdiğim için ben de yanında dururdum. Benim büyüdüğüm, dedemin de iyice yaşlandığı yıllarda sandalyeye çıkmasına yardım ettiğim de oldu. Saati ben de kurabilirdim elbette. Ama dedem bu işi kimseye bırakmazdı. Ne olursa olsun saati kendisi ayarlar, hayatı o saatin tiktaklarına bağlıymış gibi davranırdı.

Dedem öldüğünde ev başsağlığına gelenlerle dolup taşmışken sıkıntıyla duvardaki saate baktım. Dakikalar geçmiyor gibi görünüyordu. Önce saatin çalışmıyor olabileceği hiç aklıma gelmedi. Ama sonra fark ettim ki, olan buydu aslında. Elli senedir hiç ihmal etmeden her akşam onu ayarlayıp kuran elleri bulamayınca, belli ki şaşırmış ve durmuştu. Oturduğu koltukta küçücük görünen ve ne yapacağını bilemeden sağa sola bakan anneannem de öyleydi. O da bir noktada kalakalmış, birinin kendisine dokunup harekete geçirmesini bekliyordu sanki. Artık hep öyle kaybolmuş bir çocuk gibi bakacaktı. Ta ki aramızdan ayrıldığı güne kadar.

Anneannemle dedemin evinden bana bir tek o saat kaldı. Ben de getirip onu İstanbul’daki evimin duvarına astım. Maalesef hala çalışmıyor. Ne kadar uğraştıysam da onu yeniden işleyecek hale getiremedim. Bir keresinde iyi bir ustanın elinden geçti ve canlanır gibi oldu. Ama bir kaç gün sonra yeniden eski haline döndü. Hiç sesi çıkmasa da, onu duvardan indirmeye gönlüm elvermiyor.

Ona her baktığımda, her gün ajans vaktinde sandalyeye tırmanıp saatini kuran dedem aklıma geliyor. Bütün dünyanın zamanı ona teslim edilmiş gibi davranıyordu. Şimdi düşünüyorum da, belki de öyleydi.

Sunday, February 27, 2011

T-Rex ile Öğle Yemeği



BirGün
27 Şubat 2011

Çocukluğumun keyifli kitaplarından biri, bir bilim adamı ve ekibinin eski bir elyazmasında buldukları şifrenin peşinde İzlanda’ya gidişlerini ve orada sönmüş yanardağ Sneffels'in kraterinden dünyanın merkezine inişlerini anlatır. Yolculuk boyunca başlarından bir çok macera geçer. Sonunda arzın merkezine ulaştıklarında, aslında zamanda bir yolculuk yaptıklarını farkederler. Çünkü onları orada milyonlarca yıl önce yaşamış canlılar, dev bitkiler ve dinozorlar beklemektedir.

‘Arzın Merkezine Seyahat,’ Jules Verne’in en popüler romanlarından biri olmayabilir. Belki de yaptığı tahminlerde yanıldığı için böyledir bu. Yerkabuğunun derinliklerinde erimiş kayalardan başka bir şey bulunmadığını bilerek büyüyen bir nesil için, bu hikaye ilk anda saçma gibi görünebilir. Ama gitgide yükselen temposu ve birbiri ardına gelen sürprizleriyle gayet iyi bir macera romanıdır aslında. İlk okuduğumda bana uzun uzun hayaller kurdurduğunu hatırlıyorum.

Bütün çocukluğunu gözüpek kâşiflerin hikayelerini okuyarak geçirmesine rağmen, büyüyünce benim kadar pısırık çıkan biri daha var mıdır acaba? Yaşım ilerledikçe çocukluğumdaki maceracı damarım kabarır belki diye bekliyorum ama nafile. Hiç bir şey olduğu yok.

Hatta daha da beter oluyorum. Şimdilerde gündelik olaylar bile bana dünyanın en büyük macerası gibi görünmeye başladı. Mesela geçenlerde havuza kaydoldum. Eskiden beri yüzmeyi çok severim. Bir süredir de aklımdaydı. Sonunda gidip yazıldım. Ama bu basit iş bile büyük bir meseleye dönüştü.

İlk gün cesaretimi toplayıp spor salonunun karşısına dikildim. Baktım ki, bir sürü kapısı var. Girişi bulana kadar binayı bir kaç kez tavaf etmek gerekti. Binanın içinde de bir iki tur attıktan sonra, sonunda soyunma odasını buldum. Ve fakat o da nesi? Burası erkeklerin bölümüydü. Kendimi can havliyle dışarı attıktan sonra, bu sefer daha güvenli bir yöntem izlemeye karar verdim. Kızları takip edecektim. Elbette birisi beni istediğim yere götürecekti. Bu yöntemle önce soyunma odasına ardından da havuza ulaştım. Ama dönüşte bir daha kayboldum. Bu da yetmezmiş gibi, dolabımın kilidini açamadım. Sağa 13, sola 25, sonra yine sağa… Bir kaç kez denedim, olmadı. Şifreyi tutturamayınca, izlediğim banka soygunu filmleri aklıma geldi. Çoğunda kasayı patlatırlardı. Yok, bunu yapamazdım. Bir ara acaba üzerimdeki ıslak mayoyla eve doğru bir koşu tuttursam mı diye düşündüm. Sonunda birisi halime acıyıp beni kurtardı. Dolabım açılınca derin bir nefes aldım. Çizgili gömleğim ve eski kot pantalonumu gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim.

Bütün bunlar bir gün için çok fazlaydı. Yorulmuştum, acıkmıştım, onurum zedelenmişti. Bir sandviç alıp Paleontoloji Müzesi’nin önüne gittim. Merdivenlere çöküp sandviçimi kemirirken bir yandan da şunu düşündüm: Hayat bu kadar zor olmamalıydı. Başkaları nasıl yapıyordu peki? Bütün bu merhalelerden yara almadan geçebiliyorlar mıydı? İlk kez girdiği binada aradığı odayı eliyle koymuş gibi bulan, yürüyen merdivene tereddüt etmeden atlayan, ya da tuvaletten kalkınca arkasında patlayan otomatik sifon sesini duyduğunda hiç istifini bozmayan insanlar nerede yaşıyordu?

Paleontoloji Müzesi’nin önünde değil herhalde. Çünkü orada sadece ben vardım. Bir de T-Rex.

Bir süredir öğle yemeklerimi T-Rex ile beraber yiyorum. Bana iyi geliyor. T-Rex, dev cüssesinden beklenmeyecek kadar yumuşak ve iyihuylu biri. Bir yemek arkadaşı olarak da mükemmel. Fazla konuşkan sayılmaz. Yaşlı, sessiz ve güvenilir. Düşünüyorum da, biraz kemikli olmasının dışında hiç bir kusurunu göremiyorum.

‘Arzın Merkezine Seyahat’ ile büyüyüp maceralarla dolu bir ömür geçirmeyi uman bir çocukken, sonunda kendimi bir müzenin önünde dev bir iskeletle arkadaşlık ederken bulmamın acıklı bir son olduğunu düşünenler olabilir.

Bense kendimi tümüyle yenilmiş saymıyorum. Sonuçta benim hikayem de bir dinozorla bitiyor.

Monday, January 04, 2010

TANPINAR ZAMANI



BirGün
3 Ocak, 2010



Ahmet Hamdi Tanpınar, ‘Huzur’un başlarında romanın baş kişisi Mümtaz’ın ağzından şunu söyler: “Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla behemahal her şey ayağınıza gelir.”

Bu yalnızca artık orada olmayan bir Doğu’nun değil, kaybolmuş bir zamanın da ifadesidir. Modern hayatın telaşında, hayal etmekte bile zorlandığımız bir zamanın ifadesi.

Bu satırları arada bir hatırlarım. Onlarla beraber bir de resim gelir gözümün önüne. Bir fotoğraf. 17 Mayıs 1992'de Cumhuriyet gazetesinde Galata Köprüsü’nün yandığı haberini veren hikayenin üzerinde kullanılan ve Köprüaltı’nın en eski esnaflarından Erzurum Çay Evi’nin sahibi Recep ustayı bir kenara yığdığı marpuçlar arasında elini şakağına dayamış dertli dertli otururken gösteren o fotoğraf. Köprüaltı’nın en yaşlı ve saygı gören kişiliklerinden biri olduğu için, herkes tarafından ‘baba’ diye çağrılan Recep ustanın yüzündeki o ifadeyi unutamam bir türlü: kaygı, keder ve kabullenme. Recep baba, bolca gülümsediği için derin çizgilerle bezenmiş sevecen yüzünü bu sefer düşürmüş, kocaman aksaçlı başını avcuna dayamış artık sonu gelmiş bir zamanın ardından bakar durur.

Bana acı verse de, o resmi kesip sakladım. Benim için bir dönemin sonunu işaret ediyordu. Recep Baba’ya beraber ben de yanıp giden köprü için yas tuttum. Uzunca bir süre oradan geçmedim ve yeni köprüye senelerce ayak basmadım. Neden gideydim ki? Eskisinin küçücük bir izi bile yoktu. Tanıdık hiç bir şey yoktu.

Oysa Köprüaltı’ndaki o kahve evimizdi bizim. Birbirine benzemeyen bir sürü insanın gelip gittiği, nargile içtiği, tavla oynadığı, ahbaplık ettiği bir yerdi. Kimler kimler yoktu ki orada? Başta bizim gibi okuldan kaçmayı marifet sayan tıfıl öğrenciler olmak üzere, neredeyse herkes: her daim başköşede oturan müdavimler, nargile adabının kitabını yazan emekliler, yazarlar çizerler, Babıali’den aşağıya sallanıp inivermiş gazeteciler, sert suratlı gemiciler, alımlı turist kızlar, işsiz olup da iş bulmayı umanlar, işsiz olup da borç bulmayı umanlar, işsiz olup da sadece yatacak bir yer arayanlar ve daha aklıma gelmeyen bin çeşit insan.

Adet olduğu üzre, hemen yan tarafındaki merdivenden kahveye doğru inerken, aşağıyı şöyle bir kolaçan ederdik. Kimler var kimler yok bakıp, ona göre davranırdık. Güzel turist kızlar varsa, yanımızdaki oğlanlar hemen saçlarına başlarına çeki düzen verirler, biraz sonra tavla oynamaya başladıklarında da her zamankinden daha yüksek sesle konuşup gülerlerdi. Hiç bir şey demezdi Recep Baba. Bir kere bile kalbimizi kırmadı. Oysa, Allah bilir bütün o yaşlı nargileci amcaların yanında ne kadar toy, ne kadar densiz, ne kadar sersemdik. Ama hiç bir gün kötü bir muamele görmedik. Kahve bizim evimizdi.

Orada buluşur, önemli şeyleri orada konuşur, sıra sıra dizilmiş balıkçıları seyrederek hayata dair atıp tutardık. Büyük adamlar gibi. Hafif ve mutlu olduğumuzu hatırlıyorum. Bizim de kendimize göre sıkıntılarımız vardı elbette, ama kahvede geçirilen günbatımlarında her zaman insana kendini iyi hissettiren bir şeyler olurdu. İyimserdik. Her şeye bir çözüm bulunabilirmiş gibi geliyordu bize. Çay sigara eşliğinde yapılan uzun muhabbetler (cebimizdekini son kuruşuna kadar harcadığımız için) genellikle yürüyerek katettiğimiz okul yolunda söylenen şarkılarla nihayete erer, laflar hiç bitmediği için yurdun kapısında zorla vedalaşılırdı.

Cep telefonu elbette bilim-kurgu gibi bir şeydi o zamanlar. Bize birisi söylese, ‘James Bond mu bu?’ deyip gülerdik herhalde. Bir çoğumuzun öğrenci evinde telefon bile yoktu. Buluşmak gerektiği zaman, günler öncesinden haberleşmek gerekirdi. Fakat haberleşmediyseniz eğer, öyle çok da dert etmezdiniz. Öyle bir zamandı ki, birini görmek istiyorsanız belli bir mekana gidip bir müddet beklemeniz yeterliydi. Mekanlar belliydi. Kimin nereye gittiği bilinirdi. O biri mutlaka çıkar gelirdi. O gün değilse bile daha sonraki bir vakit görüşürdünüz. Eninde sonunda buluşulurdu.

Beklemenin kabul edilemez bir şey olmadığı, tam tersine tatlı bir kaşıntı gibi yaşandığı bir dönemdi. Şikayet etmek düşünülemezdi.

Sonraları hayatımız sonu gelmeyen bir koşuşturma haline geldiğinde anladım ki, ucundan yakalamış bile olsak, eski köprünün üzerindeyken aslında ‘Tanpınar zamanı’nda yaşıyorduk. Geniş ve yavaş bir zamandı bu. Biraz sabırla her şey bize geliyordu. Tek yapmamız gereken şey yeterince beklemekti.