Monday, January 04, 2010

TANPINAR ZAMANI



BirGün
3 Ocak, 2010



Ahmet Hamdi Tanpınar, ‘Huzur’un başlarında romanın baş kişisi Mümtaz’ın ağzından şunu söyler: “Şark oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla behemahal her şey ayağınıza gelir.”

Bu yalnızca artık orada olmayan bir Doğu’nun değil, kaybolmuş bir zamanın da ifadesidir. Modern hayatın telaşında, hayal etmekte bile zorlandığımız bir zamanın ifadesi.

Bu satırları arada bir hatırlarım. Onlarla beraber bir de resim gelir gözümün önüne. Bir fotoğraf. 17 Mayıs 1992'de Cumhuriyet gazetesinde Galata Köprüsü’nün yandığı haberini veren hikayenin üzerinde kullanılan ve Köprüaltı’nın en eski esnaflarından Erzurum Çay Evi’nin sahibi Recep ustayı bir kenara yığdığı marpuçlar arasında elini şakağına dayamış dertli dertli otururken gösteren o fotoğraf. Köprüaltı’nın en yaşlı ve saygı gören kişiliklerinden biri olduğu için, herkes tarafından ‘baba’ diye çağrılan Recep ustanın yüzündeki o ifadeyi unutamam bir türlü: kaygı, keder ve kabullenme. Recep baba, bolca gülümsediği için derin çizgilerle bezenmiş sevecen yüzünü bu sefer düşürmüş, kocaman aksaçlı başını avcuna dayamış artık sonu gelmiş bir zamanın ardından bakar durur.

Bana acı verse de, o resmi kesip sakladım. Benim için bir dönemin sonunu işaret ediyordu. Recep Baba’ya beraber ben de yanıp giden köprü için yas tuttum. Uzunca bir süre oradan geçmedim ve yeni köprüye senelerce ayak basmadım. Neden gideydim ki? Eskisinin küçücük bir izi bile yoktu. Tanıdık hiç bir şey yoktu.

Oysa Köprüaltı’ndaki o kahve evimizdi bizim. Birbirine benzemeyen bir sürü insanın gelip gittiği, nargile içtiği, tavla oynadığı, ahbaplık ettiği bir yerdi. Kimler kimler yoktu ki orada? Başta bizim gibi okuldan kaçmayı marifet sayan tıfıl öğrenciler olmak üzere, neredeyse herkes: her daim başköşede oturan müdavimler, nargile adabının kitabını yazan emekliler, yazarlar çizerler, Babıali’den aşağıya sallanıp inivermiş gazeteciler, sert suratlı gemiciler, alımlı turist kızlar, işsiz olup da iş bulmayı umanlar, işsiz olup da borç bulmayı umanlar, işsiz olup da sadece yatacak bir yer arayanlar ve daha aklıma gelmeyen bin çeşit insan.

Adet olduğu üzre, hemen yan tarafındaki merdivenden kahveye doğru inerken, aşağıyı şöyle bir kolaçan ederdik. Kimler var kimler yok bakıp, ona göre davranırdık. Güzel turist kızlar varsa, yanımızdaki oğlanlar hemen saçlarına başlarına çeki düzen verirler, biraz sonra tavla oynamaya başladıklarında da her zamankinden daha yüksek sesle konuşup gülerlerdi. Hiç bir şey demezdi Recep Baba. Bir kere bile kalbimizi kırmadı. Oysa, Allah bilir bütün o yaşlı nargileci amcaların yanında ne kadar toy, ne kadar densiz, ne kadar sersemdik. Ama hiç bir gün kötü bir muamele görmedik. Kahve bizim evimizdi.

Orada buluşur, önemli şeyleri orada konuşur, sıra sıra dizilmiş balıkçıları seyrederek hayata dair atıp tutardık. Büyük adamlar gibi. Hafif ve mutlu olduğumuzu hatırlıyorum. Bizim de kendimize göre sıkıntılarımız vardı elbette, ama kahvede geçirilen günbatımlarında her zaman insana kendini iyi hissettiren bir şeyler olurdu. İyimserdik. Her şeye bir çözüm bulunabilirmiş gibi geliyordu bize. Çay sigara eşliğinde yapılan uzun muhabbetler (cebimizdekini son kuruşuna kadar harcadığımız için) genellikle yürüyerek katettiğimiz okul yolunda söylenen şarkılarla nihayete erer, laflar hiç bitmediği için yurdun kapısında zorla vedalaşılırdı.

Cep telefonu elbette bilim-kurgu gibi bir şeydi o zamanlar. Bize birisi söylese, ‘James Bond mu bu?’ deyip gülerdik herhalde. Bir çoğumuzun öğrenci evinde telefon bile yoktu. Buluşmak gerektiği zaman, günler öncesinden haberleşmek gerekirdi. Fakat haberleşmediyseniz eğer, öyle çok da dert etmezdiniz. Öyle bir zamandı ki, birini görmek istiyorsanız belli bir mekana gidip bir müddet beklemeniz yeterliydi. Mekanlar belliydi. Kimin nereye gittiği bilinirdi. O biri mutlaka çıkar gelirdi. O gün değilse bile daha sonraki bir vakit görüşürdünüz. Eninde sonunda buluşulurdu.

Beklemenin kabul edilemez bir şey olmadığı, tam tersine tatlı bir kaşıntı gibi yaşandığı bir dönemdi. Şikayet etmek düşünülemezdi.

Sonraları hayatımız sonu gelmeyen bir koşuşturma haline geldiğinde anladım ki, ucundan yakalamış bile olsak, eski köprünün üzerindeyken aslında ‘Tanpınar zamanı’nda yaşıyorduk. Geniş ve yavaş bir zamandı bu. Biraz sabırla her şey bize geliyordu. Tek yapmamız gereken şey yeterince beklemekti.

3 comments:

divadeiwob said...
This comment has been removed by the author.
divadeiwob said...

"hızlı alınmış kararlar süreklilik arz etmeyen ruh hallerinin göstergesidir" a.h.t.

Meltem Gürle said...

Süreklilik arz etmeyen ruh hallerinin bütününe hayat diyoruz, Divadcım.

Gözlerinden öperim...