Showing posts with label ayakkabı. Show all posts
Showing posts with label ayakkabı. Show all posts

Tuesday, December 08, 2009

PABUÇ HİKâYESİ 2


BirGün/ 02:02 04 Ekim 2009

Bir iki hafta önce ‘Pabuç Hikâyesi’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Biraz hüzünlü bir yazıydı. Geride kalan pabuçlardan bahsediyordum. Düştüğü yerde kalan ve içimizi burkanlardan. Sahibini bekleyen ev hayvanları gibi kapı önlerine konanlar, enkazlarda tesadüfen bulunanlar, sellerde sürüklenip karşı kıyıdan çıkanlar. Vurulup yere düşenlerin, kaybedilip dönmeyenlerin, toplama kamplarında ölenlerin pabuçları.
Yerde yatan bir pabucun başka bir çağrışımı olamaz gibi geliyordu bana. Genellikle olduğu gibi, hayat beni yine düzeltti. Bana bir kez daha ayar verdi. Artık alıştım, ses çıkarmıyorum.
Neymiş? Pabuç denen şey meğer bambaşka anlamlara da gelebiliyormuş.
Evet. Selçuk Özbek’in IMF Başkanı Dominique Strauss Kahn’a fırlattığı pabuçtan söz ediyorum. Kahn’a doğru uçup yere inen bu ayakkabıya bakınca, geçenlerde yazdığım şeyleri gözden geçirmek zorunda kaldım. Semboller insanı yanıltabiliyor. Yerde yatan her ayakkabı bir kaybın, bir yenilginin işareti olmak zorunda değilmiş meğer. Bazan da bir isyanın, bir reddin, bir inadın simgesi de olabiliyormuş.
Bugün okulda hep bu pabuç konuşuluyordu. Kimi öğrencilerin gözlerinde muzip pırıltılar gördüm. Bunlar geçmişte, kariyer günlerine katılmak için gelen Shell yetkililerini bir odaya kilitleyen ve Koç Holding insan kaynakları ekibine koç yumurtası atarak “Köle pazarı istemiyoruz” diye bağıranlardı belki de. Üniversitelerin şirketlere adam yetiştiren birer “iş adamı otomatı” olmaktan ziyade, eğitim kurumları olduğunun hatırlanması için düşünülmüş eylemlerdi bunlar. Selçuk Özbek’inki de öyleydi. Bilgi Üniversitesi’nin salonuna düşen pabucu, bütün yaratıcı eylemlerde olduğu gibi etrafa mizahla karışık bir canlılık yayıyordu.
Hayır demenin en etkili yolu buydu çünkü. IMF’nin gücüyle baş etmenin yolu onunla tartışmaktan değil, ona gülmekten, onu kahkahayla alt etmekten geçiyordu. Bir an için bile olsa, Selçuk’un pabucu bu etkiyi yarattı. IMF Başkanı Kahn etrafında yaratılan büyüyü bozan ve kendini ciddiye alan bütün bu “büyük” adamları birer panayır kuklası haline getiren bir “densizlik” oldu bu.
Günlerdir şehrin her tarafına yerleştirilen “Hoşgeldin IMF!” ilanlarıyla pekiştirilen ağır hava sonunda dağıldı.
Selçuk hepimiz için konuştu. Plazalarda yaşanan donuk ve renksiz hayata, bize bundan başka bir seçeneğimiz olmadığını söyleyenlere, hayatımızdan ışığı ve umudu çalanlara bir cevabımız olduğunu gösterdi.
Biz dediğim kimdir? Başka bir hayatın mümkün olduğuna inananlar. İnsanların ölene kadar köle gibi çalıştırılmadığı, geceleri eve iş getirmek yerine sevgilileriyle sahilde yürüyüşe çıkabildiği, hazzı değil de mutluluğu hedeflediği, tüketmektense yaratmayı tercih ettiği bir hayatı özleyenler.
Kazandık mı? Hayır. Daha değil. Ama böyle yenilmekte beis yoktur. Kazanmamız için daha kaç kişinin pabucunu dev şirketlerin, medya patronlarının, plazaların suratına atması gerekecek, kim bilir. Selçuk Özbek’in pabucunun izi IMF’in yüzünde kaldı mı, kalmadı mı? Mesele budur. O kadar öğrencinin kuzu kuzu IMF’nin nakaratlarını dinlemesi, hiç bir tepki göstermeden kendisine söylenenleri alıp cebine koyması, işte en fenası bu olurdu. Bu beyefendiler karşısında asıl yenilgi bu olurdu.
Böyle zamanlarda şimdi uzaklarda olan bir dostumun sesini duyar gibi olurum. Beckett’in meşhur lafını söyler bana: “Hep denedin. Hep yenildin. Önemi yok. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.”
Böyle bir inatla yenilmenin iyi bir yenilgi olmadığını kim söyleyebilir.

PABUÇ HİKâYESİ


BirGün/ 13:07 20 Eylül 2009

Hemingway, ömrü boyunca yazdığı en iyi hikayenin, beş kelimelik (İngilizcede altı kelime) şu söz dizisinden ibaret olduğunu söyler: “Satılık: Bebek pabucu. Hiç giyilmedi.” Ona göre bu hikayede hayata dair anlatılacak ne varsa bulunur: karşılanmamış beklentiler, yitirilmiş umutlar, bir tecrübenin başlayamadan bitmesindeki haksızlık ve kaybedilene duyulan özlemden kaynaklanan tarifsiz acı.
Sel sularına kapılıp kaybolan Dila bebeğin hikayesini okurken, dünyanın belki de bu en kısa öyküsünün ağırlığını yeniden düşünmek zorunda kaldım.
Gazetedeki kötü haberlere alıştığımızı zannederiz. Bir sürü cinayet, tecavüz, felaket haberi okuduktan sonra gazeteyi katlayıp kenara koyunca yine güzel şeylerden bahsedebileceğimizi sanırız… Bunların hepsini taşımak mümkün değil, deriz kendi kendimize, bazı şeylerin ucunu bırakmak gerekir. Öyle ki sonunda, sadece kazalar ve felaketler değil, en büyük zalimlikler bile birer birer unutulur gider.
Sonra bir gün bir şey olur, donup kalırız. Bir hikaye diğerlerinin arasından sıyrılıp önümüze dikilir. Ne yaparsak yapalım peşimizi bırakmaz, aklımızdan çıkmaz. Yanlış bir şey vardır olan bitende. Olmaması gereken bir şey olmuştur, bunu hissederiz.
Dila Manav’ın hikayesi de benim için böyle oldu. Sele kapılıp giden o küçük kızın cansız bedeni sonunda bulunduğunda büyük bir haksızlığa uğramış gibi oldum. O kadar küçük o kadar bebekti ki, ona bir şey olmaması gerekiyordu. Boğazıma bir şey gelip oturdu. Farkettim ki, bunca gün ümidimi yitirmemiş ve ailesiyle beraber ben de beklemişim onu. Belki kurtulmuştur diye ummuşum. Oysa ne kadar düşük bir ihtimaldi. Dila Manav'ın, annesi ve ablasıyla birlikte bindiği otomobil 8 Eylül'de sele kapılmıştı. Araç sel sularında ilerleyerek Marmara Denizi'ne ulaşırken, çevredekilerin yardım eli uzattığı anne, büyük kızı Azra ile birlikte araçtan çıkmayı başarmıştı. Anne, arka koltuktaki kızı Dila'yı ise kurtaramamıştı.
Dün gazetede okuduğuma göre, sel sularıyla kilometrelerce sürüklenen Dila’yı babası teşhis etmiş. Ayakkabısından tanımış kızını.
Geride kalmış bir çocuk ayakkabısından, artık giyilmeyecek bir bebek pabucundan daha dokunaklı ne olabilir?
İşte bu hikaye yakamı bırakmıyor. Bu hafta tatil dönüşü neler neler yazmayı planlamıştım. Ama ne mümkün. Yazmaya oturduğumdan beri başka bir şey düşünemiyorum. Anne ve babanın hissetiği acının yanında nedir ki? Hiç bir şey.
Ama Dila’yı uçuran sel suları, benim gibi kaç kişiyi daha yanına katıp götürdü kimbilir?
Dedim ya, bazı hikayeler gazeteyi katlayıp kenara koyunca geride kalmaz, yakamıza yapışırlar. Bu bazan bir bebek pabucu olur. Mutlaka kırmızı. Ayaktan kolayca çıkmasın diye üstten bantlı. Rugan da olabilir, hani içine dantelli beyaz çorap giyilenlerden. Ama illa ki çiçek motifleri ile süslenmiş.
Bazan da bunlar eski pabuçlardır. Fazlaca giyilmekten aşınmış. Bağcıkları incelip kopma raddesine gelmiş. Boyasız belki. Öyle eski ki, sahibi vurulup da yere düştüğünde, tabanındaki delikler ciğerimize saplanır.
Geride kalan bir başka pabucun bağcıkları bile yoktur. Çünkü onları giyen gencecik gazeteci göz altında can verirken, bağcıklar diğer şeylerle, yani saat, kemer, cüzdan ve fotograf makinasıyla beraber nezarette tutulmuştur.
Pabuç hikâyeleri farklı farklıdır, ama sonuç değişmez. Hikâye sizinle kalır.