Tuesday, December 08, 2009

PABUÇ HİKâYESİ


BirGün/ 13:07 20 Eylül 2009

Hemingway, ömrü boyunca yazdığı en iyi hikayenin, beş kelimelik (İngilizcede altı kelime) şu söz dizisinden ibaret olduğunu söyler: “Satılık: Bebek pabucu. Hiç giyilmedi.” Ona göre bu hikayede hayata dair anlatılacak ne varsa bulunur: karşılanmamış beklentiler, yitirilmiş umutlar, bir tecrübenin başlayamadan bitmesindeki haksızlık ve kaybedilene duyulan özlemden kaynaklanan tarifsiz acı.
Sel sularına kapılıp kaybolan Dila bebeğin hikayesini okurken, dünyanın belki de bu en kısa öyküsünün ağırlığını yeniden düşünmek zorunda kaldım.
Gazetedeki kötü haberlere alıştığımızı zannederiz. Bir sürü cinayet, tecavüz, felaket haberi okuduktan sonra gazeteyi katlayıp kenara koyunca yine güzel şeylerden bahsedebileceğimizi sanırız… Bunların hepsini taşımak mümkün değil, deriz kendi kendimize, bazı şeylerin ucunu bırakmak gerekir. Öyle ki sonunda, sadece kazalar ve felaketler değil, en büyük zalimlikler bile birer birer unutulur gider.
Sonra bir gün bir şey olur, donup kalırız. Bir hikaye diğerlerinin arasından sıyrılıp önümüze dikilir. Ne yaparsak yapalım peşimizi bırakmaz, aklımızdan çıkmaz. Yanlış bir şey vardır olan bitende. Olmaması gereken bir şey olmuştur, bunu hissederiz.
Dila Manav’ın hikayesi de benim için böyle oldu. Sele kapılıp giden o küçük kızın cansız bedeni sonunda bulunduğunda büyük bir haksızlığa uğramış gibi oldum. O kadar küçük o kadar bebekti ki, ona bir şey olmaması gerekiyordu. Boğazıma bir şey gelip oturdu. Farkettim ki, bunca gün ümidimi yitirmemiş ve ailesiyle beraber ben de beklemişim onu. Belki kurtulmuştur diye ummuşum. Oysa ne kadar düşük bir ihtimaldi. Dila Manav'ın, annesi ve ablasıyla birlikte bindiği otomobil 8 Eylül'de sele kapılmıştı. Araç sel sularında ilerleyerek Marmara Denizi'ne ulaşırken, çevredekilerin yardım eli uzattığı anne, büyük kızı Azra ile birlikte araçtan çıkmayı başarmıştı. Anne, arka koltuktaki kızı Dila'yı ise kurtaramamıştı.
Dün gazetede okuduğuma göre, sel sularıyla kilometrelerce sürüklenen Dila’yı babası teşhis etmiş. Ayakkabısından tanımış kızını.
Geride kalmış bir çocuk ayakkabısından, artık giyilmeyecek bir bebek pabucundan daha dokunaklı ne olabilir?
İşte bu hikaye yakamı bırakmıyor. Bu hafta tatil dönüşü neler neler yazmayı planlamıştım. Ama ne mümkün. Yazmaya oturduğumdan beri başka bir şey düşünemiyorum. Anne ve babanın hissetiği acının yanında nedir ki? Hiç bir şey.
Ama Dila’yı uçuran sel suları, benim gibi kaç kişiyi daha yanına katıp götürdü kimbilir?
Dedim ya, bazı hikayeler gazeteyi katlayıp kenara koyunca geride kalmaz, yakamıza yapışırlar. Bu bazan bir bebek pabucu olur. Mutlaka kırmızı. Ayaktan kolayca çıkmasın diye üstten bantlı. Rugan da olabilir, hani içine dantelli beyaz çorap giyilenlerden. Ama illa ki çiçek motifleri ile süslenmiş.
Bazan da bunlar eski pabuçlardır. Fazlaca giyilmekten aşınmış. Bağcıkları incelip kopma raddesine gelmiş. Boyasız belki. Öyle eski ki, sahibi vurulup da yere düştüğünde, tabanındaki delikler ciğerimize saplanır.
Geride kalan bir başka pabucun bağcıkları bile yoktur. Çünkü onları giyen gencecik gazeteci göz altında can verirken, bağcıklar diğer şeylerle, yani saat, kemer, cüzdan ve fotograf makinasıyla beraber nezarette tutulmuştur.
Pabuç hikâyeleri farklı farklıdır, ama sonuç değişmez. Hikâye sizinle kalır.

No comments: