Sunday, February 07, 2010

'Alıklar Birliği' ya da Ortalamanın İktidarı


BirGün
07 Şubat 2010

Amerikalı yazar John Kennedy Toole ilk ve tek romanını yazdıktan sonra genç yaşta umutsuzluğa kapılıp intihar etmiştir. İronik olan şudur ki, Toole’un Türkçeye de çevrilmiş olan kitabı ‘Alıklar Birliği,’ bir tesadüf sonucu basıldıktan sonra bir edebiyat olayı haline gelmiş ve uluslararası ün kazanmıştır. Böylece, romanın baş kişisi Ignatius Reilly de edebiyat tarihinin sıradışı karakterlerinden biri olarak kayıtlara geçmiştir.

Oburluğuyla Gargantua’yı, tembelliği ile Oblomov’u andıran Ignatius gerçek bir ‘karşı-kahraman’dır. Hiç kafasından çıkarmadığı komik avcı şapkası, elinden düşürmediği şekerli kurabiyeler yüzünden hep yapış yapış olan parmakları ve bir türlü kontrol edemediği bağırsak hareketleri ile ilk anda irkiltir bizi. Ama yine onu sevmekten kendimizi alamayız. Çünkü etrafını saran alıkların sıkıcı tekdüzeliği içinde ‘Felsefenin Tesellisi’ne sığınmış olan Ignatius, sıradışı fikirleri ve kural tanımayan cesaretiyle bir elmas gibi parlar.

Ignatius’un etrafındaki kişilerin, yani romana adını veren alıkların tümü, ‘ilerleyen’ dünyanın bir parçası olmak isterler. Ignatius ise yalnızca durmak ister. Bütün arzusu mümkünse odasından hiç çıkmamak ve dünyaya oradan lâf yetiştirmektir. Bu anlamda, Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’yla kardeş sayılır. İkisini de hasta eden şey tamı tamına aynıdır: Medeniyet. Belki de aralarındaki tek fark, Ignatius’un 19uncu yüzyılda Petersburg’da değil de,1960larda New Orleans’da doğmuş olmasıdır.

Yeraltı Adamı gibi, Ignatius da ortalama olan her şeyden bütün benliğiyle nefret eder. Aydınlanma ile birlikte insanlık tarihinin geri döndürülemez bir bozulmaya uğradığına inanır. Plastik, çöp ve ucuz taklitlerden ibaret olduğunu düşündüğü modern dünyayı ise, bağırsaklarında sıkışma yaratan korkunç bir öfkeyle karşılar. Romanın başında onu yatağına uzanmış, insanlığın Rönesans’tan bu yana izlediği bahtsız gelişmeye kafa yorarken görürüz. Ignatius, Hollywood sinemasını ve lolipop tadındaki Doris Day’i düşündükçe neredeyse patlayacak gibi olur: “Karın boşluğundaki subap keyfince kapanıyor ve karnını bir türlü çıkış yolu bulamayan gazla dolduruyordu: kişiliği olan, yaşayan bu gaz bulunduğu yerden nefret ediyordu.”

Son zamanlarda bir eğlencem var: Ignatius’u Türkiye’de hayal ediyorum. Ortalamanın üzerinde pek bir şeye itibar edilmeyen ülkemizde, Ignatius’un kaprisli sübabını harekete geçirecek bir şeyler bulmak mesele olmazdı herhalde. Aslına bakarsanız, burada ona gaz yapmayacak bir şey düşünmekte zorlanıyorum.

Hayatı kariyer planından ibaret sananlar, milyarlarca liralık ciplerine LPG taktıranlar, kışın göbeği açıkta bırakacak tişörtler giyerken yazın kar çizmeleriyle dolaşanlar, saçlarına plastik kelebekler takanlar, televizyon dizilerinde oyuncular ölünce mevlut okutanlar, mecliste yumruk yumruğa dövüşenler, aynı romanı kadınlar için pembe erkekler için gri kapakla basanlar, meydanlardaki ağaçları kesip onların yerine sahte palmiyeler yerleştirenler, yeni doğmuş bebeklerine tuttukları takımın formasını giydirenler, evlerinin her odasına klima koyduktan sonra çevrecilikten dem vuranlar, sevgilileriyle ‘aşkım’ diye konuşanlar, “avokadosuz sofraya oturmam” diyenler, “bu benim cv’mde hiç iyi durmaz” diyenler, “Nbr cnm?” diye mesaj atanlar, şirket yemeklerinde göbek atanlar, arkadaş toplantılarında pazarlama yapanlar, işbitiriciler, fırsatçılar, kolaycılar ve diğerleri…

Ortalama budur. 1960larda Amerika’da çiçekli perdeler ve şekerli hayatlar neyse, bugün Türkiye’de kapısında güvenlik olan sitelerde IKEA mobilyalara kurulup televizyon dizileri izleyerek yaşamak odur. Ignatius, ortalamanın iktidarında yaşadığının farkındadır. Ancak teslim olmaya da hiç niyeti yoktur. Gazla şişen karnıyla patlamaya hazır bir bomba gibi dolaşır. Böylece, ‘başarı kültü’nün parçası olan her şeyi gülünç hale getirir. Sadece iktidarda olanlar değil, eğitimciler, hukukçular ve sosyal reform çabalarına öncülük eden solcular da ortalamanın sınırlarında dolaştıkları müddetçe Ignatius’un neşeli alaycılığına hedef olurlar.

Ona Türkiye’de ne kadar ihtiyacımız olduğunu görebiliyor musunuz?

2 comments:

İsmail Şayan said...

1- İlk romanı değil. İlki The Neon Bible. Çok beğenmiştim.

2- Basımı tesadüf değil. Bir annenin oğlunun yazdığı ve güzelliğine inandığı bir eserin basılması için gösterdiği çaba tesadüf değildir zannımca. Yıllar süren bir uğraş var ortada. Tesadüf olan basılmaması.

Meltem Gürle said...

Bunu yazdığınız için teşekkürler. Basılma hikayesini hatırlıyorum. Onun için ilk romanı olduğunu düşünmüşüm. Bir de Neon Bible'dan habersiz olduğum için.

Şimdi hemen arayıp bulacağım. Alıklar Birliği gibi bir kitabı ortaya çıkarabilen birinin yazdığı her satır okunmaya değerdir çünkü.

Bir daha teşekkürler.