Monday, February 01, 2010

Bülbülü Öldürmek


BirGün
14:07 31 Ocak 2010

Gecen hafta İzmir’de baba evindeydim. İzmir seyahatinin en güzel tarafı, babamla kaçamak yaparak içtiğimiz öğle rakısıydı. Bunu bir süredir yapıyoruz. Ne zaman İzmir’e gitsem, yaz kış demeden illa ki Balıklıova’daki o salaş balık lokantasına gidip birer kadeh içiyor ve laflıyoruz.

Bu sefer, babamla tatlı tatlı sohbet ederken, ben de bir yetişkin olduktan sonra kurabildiğimiz bu dostluktan ne kadar hoşlandığımı düşündüm. Oysa çocukken babamla ilişki kurmak konusunda zorlandığım bir dönem olmuştu. Onbir oniki yaşlarındaydım herhalde. Artık büyüyordum. Babamla o vakte kadar gayet sıcak olan ilişkimiz, ben çocukluktan çıkıp bir genç kız haline gelmeye başladıkça tavsamıştı. Bu arada iki kardeşim olmuştu. Bir zamanlar sadece benim üzerimde odaklanan ilgi artık bölünmüş ve dağılmıştı. Üstelik babam üç çocuklu bir aileyi geçindirebilmek için dişini tırnağına takmış çalışıyordu. Belki de hepimizle ayrı ayrı ilgilenecek zamanı da yoktu.

Hatırlıyorum da, o zamanlar erkek çocuk olmaya çalışıyordum. Böyle olursa, babamın benimle yeniden eskisi gibi arkadaş olacağını umuyordum. Birlikte daha fazla vakit geçirebilelim diye futbol oynamayı bile denedim. Tabii ki berbattım ve tabii ki işe yaramadı. Ben de çaresiz kitaplarıma geri döndüm. O ara elime geçen kitaplardan biri de Harper Lee’nin meşhur romanı ‘Bülbülü Öldürmek’ti. Bu kitabı çok sevdim. Bunun nedenlerinden biri, kız olmayı sıkıcı bulduğu için etek giymeyi reddeden Scout’a duyduğum yakınlık ise, bir diğeri de, dünyanın en müthiş babalarından biri olan Atticus Finch’le tanışmış olmamdı. Benim babam da Atticus olsa diye düşündüğümü hatırlıyorum.

‘Bülbülü Öldürmek,’ 1930larda Amerika’nın güneyinde geçen bir ırkçılık hikayesini anlatır. Hikaye çok basittir aslında: bir siyah işçi beyaz bir kıza tecavüz etmekle suçlanır. Herkes onun suçlu olduğundan eminken, vicdanlı bir avukat olan Atticus Finch davayı üstlenir ve bütün kasaba halkını karşısına alarak bu genç adamı savunur. Öykünün ilginç tarafı, bu davanın etrafında dönen bütün olayların bize çocukların gözünden aktarılmasıdır. Hikâyeyi ağırlıklı olarak Atticus’un dokuz yaşındaki kızı Jean Louise’den, yani kitabın kahramanlarından biri olan Scout’tan dinleriz. Dolayısıyla, roman onun babasıyla kurduğu ilişki üzerinden açılır. Biz de Scout’la beraber Atticus’un cesaretine ve adalet duygusuna hayranlık duyarız. Irkçı ve önyargılı Güneylilerden gelen tehditler ve gözdağları onu yıldırmaz, yolundan döndürmez. İnandığı şeyi sonuna kadar savunur. Bir yandan da çocuklarını kötülükten korumaya çalışır. Kötülükle eninde sonunda karşılaşacaklarını bilerek yapar bunu üstelik. Romanın merkezinde duran bu tema, yine Atticus’un söylediği bir şeyle somutlaşır. Kitabın bir yerinde masum birine zarar vermenin haksızlığını anlatmak için şöyle der çocuklarına: “Bülbül yalnızca şarkı söyler. Onu öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın.”

Geçtiğimiz pazar, babamla oturduğum o rakı sofrasında kendi Atticus’umun aslında hep karşımda durduğunu farkettim. Bunu görebilmek için büyümem gerekmişti. Onunla yeniden arkadaşlık ediyor olmanın mutluluğuyla gülümsedim. ‘Çok iyi geldi bu öğle rakısı,’ dedim. Babam da bana şakacıktan bir tokat atıp ‘Seni serseri,’ dedi. Kadehlerimizi kaldırdık.

Sonra bir şey gelip boğazıma oturdu. Arat Dink’in 19 Ocak’ta Agos’un önünde yaptığı konuşmayı hatırladım. Öfkesini, isyanını, düşkırıklığını. “Ben büstleri sevmiyorum, ben insanları seviyorum,” derkenki hali geldi gözümün önüne. Ne demek istediğini anlar gibi oldum.

Arat Dink babasıyla oturup iki yetişkin olarak sohbet edemeyecek, öğle rakısı içemeyecek. Ona sıkıntılarını anlatıp onunkileri dinleyemeyecek. Daha kimbilir ne kadar çok şeyle birlikte, Sera, Delal ve Arat’tan babalarıyla paylaşabilecekleri mutlu sofraları da çaldılar. Kendileri kocaman birer insan olduktan sonra onunla kurabilecekleri o yepyeni ve bambaşka ilişkiyi de alıp götürdüler.

Çünkü bülbülü öldürdüler. Ve biz buna engel olamadık.

No comments: