Sunday, May 23, 2010

Lauren Bacall ve lastik pabuçlar



BirGün
23 Mayıs, 2010

Geçenlerde bir öğrencim, ilişkilerinde hırpalanan taraf olmaktan sıkıldığını ve bundan sonra aşk hayatına bir ‘femme fatale’ olarak devam etmek istediğini beyan etti.

Öldürücü cazibesiyle meşhur bu kadın tipi, Hollywood usulü suç hikayelerinin tuzu biberidir. Özel detektifler, gangsterler, eski püskü barlar ve en lazım oldukları anda patlamayan silahlar nasıl vazgeçilmezse, dayanılmaz çekicilikleriyle esas oğlanı baştan çıkaran bu tehlikeli sarışınlar da bir o kadar gereklidir. Belki de bu nedenle, ne zaman ‘femme fatale’ lafı geçse aklıma hep ‘Büyük Uyku’daki haliyle Lauren Bacall gelir.

‘Büyük Uyku’ birinci sınıf bir ‘kara film’dir. Elini neye atsa iyi iş çıkaran usta yönetmen Howard Hawks tarafından çekilmiş ve Raymond Chandler’ın aynı isimli romanından William Faulkner tarafından senaryolaştırılıp sinemaya uyarlanmıştır. İnsan daha ne isteyebilir ki? Üstelik, başrollerinde Hollywood'un en müthiş çifti olan Humphrey Bogart ile Lauren Bacall vardır.

Aslına bakarsanız, ‘Büyük Uyku’ sadece bu ikisi arasındaki zekice atışmalar için bile izlenebilir. Baygın gözleri ve buğulu sesiyle sinema tarihinin en çekici kadınlarından biri olan Bacall, film boyunca Detektif Marlowe’u canlandıran Humphrey Bogart’la çapkınca flörtleşir durur. At yarışlarından söz edilen bir sahnede ‘Klas sahibi birisin ama ne kadar ileri gidebilirsin bilmiyorum,’ diye meydan okuyan Marlowe’a, o dumanlı sesiyle ‘Eyerde kimin olduğuna bağlı,’ deyiverir mesela. Vivian Rutledge olarak Bacall’a karşı koyabilecek bir erkeği hayal etmek çok zordur. Bu sahnede Bogart’ın bile rol kesmeyi bırakıp Bacall’a bir kez daha aşık olduğunu düşünürüm.

Her ‘femme fatale’ dendiğinde zihnimde beliren ve sigarasının dumanını suratıma üfleyen Lauren Bacall’dan kendimi zorla koparıp öğrencime geri döndüm. Onu duymadığımı düşünmüş olacak ki, söylediğini tekrarladı. Sonra bir cevap beklermiş gibi suratıma baktı. Ben de onun bütün dünyayı kendisiyle dost olmaya çağıran sevimli yüzüne baktım. Ardından gözüm yırtık pırtık lastik pabuçlarıyla çizgili pantolonuna takıldı. Daha düşünmeye fırsat kalmadan “Beş yaşında ya oradasındır, ya da treni sonsuza kadar kaçırmışsındır,” deyiverdim. Öğretmenlik insanı böyle iddialı laflar etmeye müsait bir ruh haline sokuyor. Övünülecek bir şey değil tabii.

Daha sonra aklım başıma gelip de bu söylediğime dair düşünürken, çocukluğumdan bir sahne gözümün önüne geldi ve neden böyle bir laf ettiğimi anladım. Beş değilse bile en fazla yedi yaşında falanım. Anneannemin evinde pencereye tünemiş sokağı seyrediyorum. İzmir’de limonata tadında bir yaz gecesi. Bütün çocuklar sokakta. Bütün kapılar açık. Bir bizim kapı kapalı. Bir ben içerdeyim. Bacaklarımı aşağıya sarkıtmış oturuyorum. Başka çocukların neşeli çığlıklar atarak oradan oraya koşturmalarını izliyorum. İçim sıkılıyor.

Bir zaman sonra pencerenin altında bir karaltı beliriyor. Karşı komşumuzun oğlu Sezgin. Elinde bir külah dondurma, orada dikilmiş lastik pabuçlarımın altına bakıyor. Ya da ben öyle zannediyorum. Sonra yaklaşıp bir şey fısıldıyor. Ne dediğini duyamıyorum. Ben ona doğru eğilince bir daha söylüyor: ‘Seni seviyorum.’ Kulaklarıma inanamıyorum. Yüzüm kızarıyor. Sezgin hoş bir çocuk. Arada bir mahallenin diğer çocuklarıyla birlikte ‘Domates salça, bu ne biçim kalça!’ diye tempo tutmasının dışında kötü bir alışkanlığı yok. Ben de gizli gizli onu beğeniyorum. Belki de sadece utandığım için, bu sefer duymamış gibi yapıyorum: ‘Efendim, ne dedin?’ Biraz daha yaklaşıyor. Dondurması çikolatalı olmalı; dudağının üzerinde koyu renk bir bıyık var. Bıyık ona erkeksi bir hava vermiş. Cesaretini toplayıp yine aynı şeyi söylüyor. Oyun böylece açılıyor. Artık geri dönemem. Sağır numarasını abartıyorum. Ben duymadıkça, o da sesini yükseltiyor. Bir daha bir daha tekrarlıyor. Sonunda sıkılmış olacak ki, avazı çıktığı kadar bağırıyor: ‘SENİ SEVİYORUM!’ Sokakta hareket duruyor, bütün çocuklar dönüp bakıyor. Anneannem arkamda beliriyor. Onu görmüyorum ama varlığını hissedebiliyorum. Bütün pencereler açık. Üst katta birileri gülmeye başlıyor. Sezgin ağladı ağlayacak. Koşarak benden uzaklaşıyor. Sokağın ucunda gözden kaybolup gidiyor.

Küskün küskün içeri girip divana oturuyorum. Gözüm lastik pabuçlarıma takılıyor. Bir tanesinin kenarı yırtılmış. Lacivert kumaşın altında başparmağımı görebiliyorum. Onu oynatıp komik şeyler düşünmeye çalışıyorum. Ama işe yaramıyor. Üzüntüm geçmiyor. Sezgin bir daha benimle konuşmayacak. Böyle olsun istememiştim.

Böylece, bir ‘femme fatale’ olarak kariyerim başladığı yerde bitiyor. Bundan sonra hayatım lastik pabuçlardan, çizgili pantalonlardan ve başkalarını incitmekten deli gibi korktuğum ilişkilerden ibaret olacak.

Lauren Bacall olma fırsatını sonsuza kadar kaçırıyorum.

No comments: