Sunday, August 01, 2010

Devlet Kapısı


BirGün
1 Ağustos 2010

Ne zaman bir devlet dairesine girmem gerekse bir kaç gün önceden kabuslar görmeye başlarım. Daha önceki tecrübelerim bir bir aklıma gelir, bu konudaki başarısızlıklarım gözümün önünden ağırbaşlı bir cenaze korteji gibi yavaş yavaş geçer. Meşhur birinin cenazesine benzer bu, bitmek bilmez. İçim daralır. Daha gitmeden hesabımın kesildiğinden emin olurum. Şüphesiz bu tecrübe de diğerleri gibi olacaktır. Gideceğim masayı bir türlü bulamayacak, bulsam da sıralarda saatlerce bekleyecek ve suratsız bir memur tarafından iyi ihtimalle o gün kötü ihtimalle ise ertesi gün küçümsenecek olduğumu bilirim.

Devlet kapısı, benim için her zaman Kafka’nın ‘Dava’da sözünü ettiği o mahkeme kapısı gibidir. Tamamen benim için ama bana her zaman kapalı. İçeri girmekten çok önünde beklemek için yapılmış bir kapı. Kafka başka bir yerde devlet dairelerine dair şunları yazar: “Resmi dairelerin koridorları aşağılanma kokar. Sigara içmek kesinlikle yasaktır. Bu yasağın kapsamına soluk almak da girer. Buna karşılık yürek çarpıntısına izin vardır, dahası çarpıntı olması istenen bir şeydir. Her türlü ümit uçup gider. Kapıdan kapıya gönderilen kişiye suçluluk duygusu aşılanır. Buraya giren, yalnızca bir vizite kağıdı ya da pasaportunun uzatılmasını istese bile kendini suçlu hisseder. En iyi olasılıkla bir dilek sahibidir, aslında ise suçludur.”

Yakında çıkacağım bir yolculuk nedeniyle şu aralar sık sık devlet kapılarını aşındırmam gerekiyor. Bir sürü kağıt işi. Elimde bir takım evraklarla durmadan oradan oraya koşturuyorum. Bu sıcakta oflaya puflaya ilerleyen bir buharlı tren gibiyim. Seferler bitmek bilmiyor. Arada bir, ben de buhar boşaltmak ya da iyisi mi düdüğümü acı acı öttürmek istiyorum. Ama ne mümkün! Her memurun karşısında bir kez daha anlıyorum ki, daha en başından suçluyum ve haksızım. Çünkü bir ricacıyım ben. O binada bir yer işgal ediyor, istenmeyen soluğumla havayı tüketiyorum. Böyle anlarda, ‘Merhaba Kafka!’ diyorum bazen yüksek sesle. Galiba yavaş yavaş deliriyorum.

Kimi günler biraz daha kalender oluyorum. O zamanlarda da, Oğuz Atay’ın ‘Tutunamayanlar’daki o muhteşem devlet dairesi tasviri geliyor aklıma. İyi bir iş kovalayıcısı olan Turgut’u kendime örnek almaya gayret ediyorum. Pabuçlarımın üzerindeki her bir lekeyi uzun uzun inceleyerek sırada beklerken, onun birbiri ardına sıraladığı kuralları hatırlamaya çalışıyorum: “Elini hiç bir kağıda uzatmayacaksın: on emrin birincisi budur. Söze erken başlamayacaksın, hiç bir düşünce ileri sürmeyeceksin, hiç bir şey bilmezmiş gibi görüneceksin, garip şekilde giyinmeyeceksin, ellerini masaya dayamayacaksın, seni baştan savmalarına yol açmamak şartıyla kendine acındıracaksın, gülümseyeceksin, bekleyeceksin… ve hiç bir zaman ümide kapılmayacaksın.”

Hepsi tamam da, ben bu sonuncusunda çuvallıyorum işte. Bundan kaybediyorum. Çünkü her seferinde öyle bir an geliyor ki, ‘İşte bu sefer tamam,’ diyorum kendi kendime, ‘Bu sefer hallettik.’ Oysa her zaman bir pürüz çıkıyor. Ya yanlış sırada bekliyor oluyorum, ya beklediğim memur gelmiyor, ya da geliyor ama masasına oturur oturmaz ‘Bu evrakı sadece saat 4’e kadar alıyoruz’ deyiveriyor. O zaman saat 4’e kadar neredeydin be adam? Bunu diyemiyorum. Alın bu evrakı! Onun hisleri yok, aldırmayacaktır. Bunu da diyemiyorum.

Ya da netice almaya çok yaklaştığımı düşündüğüm bir anda, bazı belgelerin eksik olduğu ortaya çıkıyor. Basit şeyler bunlar. Nüfus cüzdanı fotokopisi falan gibi mesela. O zaman insanı fotokopiciye gönderiyorlar. Aşağıda canından bezmiş bir adam bir takım teknolojik aletlerin başında oturuyor. Göz göze gelmeyi başarabilirseniz derdinizi söylüyorsunuz. ‘Fotokopi?’ ‘Bozuk,’ diyor. ‘Peki tarayıcı?’ ‘O ne ki?’ ‘Yazıcı?’ ‘Yok bizde.’ O zaman bibuçuk kıymalı pide rica edeyim, demek istiyorum. Dedim ya, yavaş yavaş deliriyorum.

Halletmem gereken kağıt işlerinin başındayım henüz. Daha bunun pasaportu var, vizesi var, hatta belki Ankara’ya gidip gelmesi var. Daha çok kapı var önümde. Aklıma sahip olmalıyım. Turgut’un dediği gibi, Budist olmalıyım. Ağaç, taş ya da bambu olmalıyım. Her şeyi ama her şeyi tevekkülle karşılamalıyım.

Gitmeme bu kadar az kalmışken, balataları yakıp damga, mühür, pul falan diye sayıklayarak dolaşan bir meczup olmamalıyım.

7 comments:

Unknown said...

boş bakışlı soğuk bir bey

önündeki kağıdı inceliyor

—gri saçlı

—gri elbiseli

—gri tenli bir hanımın tanzim ettiği


yazık sana küçük adam

yargılıyorlar seni

—yaşamın,

—geleceğin,

—tezkeren haline gelen

bir kağıt parçasının ucunda


bürokrasi, hiyerarşi, kırtasiye,

ölçüveriyor, kimliğini bilmeye gerek duymaksızın

konudışı bir kaç cümlede, değerini;

bense lanetliyorum

numaralandırılmış bir dosyadan öte görmeyenleri seni.


pascale gisselbrecht, bureaucratie (çeviri: reha yünlüel

Meltem Gürle said...

Bunu bilmiyordum. Çok güzelmiş.

Deniz said...

Melteeem nereye gidiyorsun?

Deniz said...

Daha onemlisi ne zaman? Mesala bir 1 ekim'de ordayiz, seni gorebilecek miyiz?

Meltem Gürle said...

Denizcim, Eylul sonu gibi Berkeley'e gidiyorum. Bir senelik burs aldim. Herhalde sizi yakalayamam Istanbul'da. Ancak isler gecikirse.

Meltem Gürle said...

Kağıt işlerini yaparken balataları sıyırırsam, işler aksar. O zaman görüşebiliriz işte!
Ama o halde işinize yarar mıyım, bilmem?

Deniz said...

Sevincten kuyrugumu salladim bunu duyunca. Varsin gorusemeyelim, super bir haber bu.

Allah bilir bu gurbetlik hali yuzunden daha bir denk dusup daha cok gorusur hale bile gelebiliriz. Inancim var buna.