Sunday, October 03, 2010

Bir 'edebi' karakter olarak Kezban K.


BirGün
3 Ekim 2010

‘Madam Bovary’i ilk kez okuduğumda romanın tümünü görememiştim. Karakteri de tam olarak anlayabildiğimi sanmıyorum. Emma Bovary sahte ve bayat görünmüştü gözüme. Bütün o çırpınışlarında, hezeyanlarında beni rahatsız eden bir şey vardı. Üstelik bütün derdi sınıf atlamak değil miydi bu kadının?

Hakikaten de Emma genellikle hayalperest, hafifmeşrep ve ihtiraslı bir kadın olarak okunur. Kitabı ilk kez okuyanlar, bedeli ne olursa olsun yükselmek isteyen taşralı bir kız görürler. Ne var ki, ‘Madam Bovary’ yalnızca bir sınıf hikayesi değildir. Kitabın üzerinde öyle yazıyor olsa da, sadece bir taşra hikayesi de değildir. Emma Bovary’nin hikayesi, bundan çok daha fazlasıdır.

Mesela benim için Emma’yı bir karakter olarak anlaşılır kılan şey edebiyatla olan ilişkisidir. Flaubert, her zamanki hinliğiyle, onu romanlarla beslenen bir roman kahramanı olarak tasarlamıştır. Emma hayatı edebiyat üzerinden anlar ve yaşar. ‘Edebilik’ ya da ‘kitabilik’ diye tanımlayabileceğimiz bu durum, onu Don Kişot’la, Dostoyevski’nin Yeraltı Adamı’yla, hatta ‘Tutunamayanlar’ın Selim’iyle bile kardeş kılar. Çünkü onlar gibi Emma da gerçeklikle bağını edebiyat üzerinden kurar. Bu bağ hepsinde elbette farklı bir noktadan kurulur. Ancak yine de şunu söyleyebiliriz: Don Kişot için şövalye hikayeleri neyse, Emma için de aşk romanları odur. İkisi de hayatlarını hikayeler üzerinden yaşarlar.

Onun için Emma da en az Don Kişot kadar gerçeklikten kopuktur. Biri yeldeğirmenlerine savaş açarken, öbürü elinden düşürmediği aşk romanlarının şekerli romantizmine bulanmış bir dünyada yaşar. Emma için hiç bir şey sıradan değildir. Olamaz da zaten. Onun dünyasındaki her şey büyülüdür. Her şey olağanüstü, mükemmel ve eşsizdir. Onun içindir ki, gayet renksiz ve sıradan bir adam olan kocası Charles’dan bir kahraman yaratmaya çalışır. Onun içindir ki, düpedüz zampara olan Rodolphe’u asil ruhlu bir erkek olarak görür. Onun içindir ki, yavan ve bencil bir genç adam olan Leon’u sadık bir aşık olarak düşünmek ister.

Hanefi Avcı’nın tutuklanmasından sonra, gönül yoldaşı – ya da kendi deyimiyle ‘fikirdaşı’ – olan Kezban Küçük’le NTV’de yapılan söyleşiyi izledim. Söyleşiyi yürüten Mirgün Cabas’ın, artık nezaketinden mi yoksa şaşkınlığından mı, bir türlü kesmeyi başaramadığı uzun bir konuşmaydı bu. ‘Bir edebiyat öğretmeni’ olan Kezban Küçük, büyük bir samimiyetle Hanefi Avcı’nın ne kadar ‘olağanüstü’ bir adam olduğunu, onu ne kadar büyük bir aşkla sevdiğini ve çok yakında nasıl mütevazı ama mutlu bir hayata başlayacaklarını anlattı bize. Bunda hayranlık duyulacak bir şey var tabii. İnsanın kendini bu kadar saf ve inançlı bir şekilde ortaya koymasından etkilenmemek mümkün değil.

Yine de Kezban Küçük’ü seyrederken, elimde olmadan Madam Bovary’i hatırladım.

Düşündüm de, anlattıkları ne kadar inanılması güç olsa da, Kezban Küçük’e sahte demeye kimsenin dili varmıyor. Çünkü hep beraber hissediyoruz ki, onun yaşadığı biçimiyle olanlar sahte falan değil. Basbayağı gerçek. Tıpkı hayatı kitaplara uydurmaya çalışan Emma’nın aşkları gibi. O da Emma gibi ‘gerçekçi’ olmayan beklentilerine rağmen son derece sahici. Söylediklerine kesinlikle inanıyor. Herkesin gerçekten ‘olağanüstü,’ ‘muhteşem’ ve ‘harika’ olduğunu düşünüyor. Onun dünyasında başka türlüsü mümkün değil çünkü. Üstelik bunları söylerken sağda solda yazıldığı gibi rahat falan değil. Gayet kırılgan görüyor. Hepimiz biliyoruz ki, bütün bunları anlattıktan sonra gerçekten de zarar görebilir. Hiç bir şey olmasa, medyanın elinde hırpalanabilir. Bu da hikayeyi iyice üzücü hale getiriyor.

“Emma hayalkırıklığına uğrar.” ‘Madam Bovary’ üzerine yazılmış bütün eleştirilerde bu cümleye raslarız. Emma’nın hayalleri yıkılır. Çünkü hayat aşk romanlarına benzemez. Gerçek hayat çirkin ve bayağıdır. Romanlardaki yüce duygular, soylu aşklar, kahramanlıklar yine romanlarda kalır.

NTV’ye verdiği beyanattan sonra, Kezban Küçük’e dair yazılıp çizilenleri okumak bile istemiyorum. Bunu içim kaldırmayacak. Hiç şüphem yok ki, onun aslında kendini hep yakın hissettiği ‘milliyetçi muhafazakar’ kanat başta olmak üzere, bir çokları onu kınayacak, edepli olmaya çağıracak, hatta düpedüz lanetleyecek.

Kezban Küçük de kendi dünyasını bir tarafa bırakıp dışarıdaki hayatın çirkinlikleriyle yüzleşmek zorunda kalacak.

5 comments:

Aydan Atlayan Kedi said...

Romanların, şiirin bizi biraz yabancılaştırdığını çokça da kırılganlaştırdığını düşünürüm ben. Hayatı kitapların penceresinden gören biri için gerçek çok can yakıcıdır. Estetikten yoksun, kirli ve bazen yüzleşilemeyecek kadar çıplaktır. Okuduklarımız bizi biçimlendirir, bakışımızı, dolayısıyla ifade edişimizi değiştirir. Bu yüzden kimine uçuk kimine garip kimine de yapay gelebiliriz. Denge nasıl kurulmalı hayat ile edebiyat arasında belki bu soru üzerine düşünmeli biraz.

Meltem Gürle said...

Doğru bu. Tutunamayanlar'ın Selim'i mesela hayatı kitaplardan öğrendiği için o kadar kırılgandır.

Bunun çaresi yok galiba. Hayatı kimileri yaşayarak, kimileri de okuyarak öğrenir. Onun için edebiyatla yaşayanlar, biz hepimiz ikinci gruba giriyoruz. Başka yönlerden benzemesek de, kitabi olmak açısından Madame Bovary'den farkımız yok.

Selamlar...

sibly wane said...
This comment has been removed by the author.
sibly wane said...

yorumun geçi olmaz. kezban k. hakkında yazdıklarınızı okurken benim de aklıma northanger manastırı'ndaki catherine geldi. kurmacadan gerçekliğe dönüşü falan işte.
kezban k. da kırılmadan halleder işlerini umarım. nihayetinde hayat kitaptaki gibi durmuyor.

Meltem Gürle said...

Kezban K. hikayesinin devamını takip edemedim. Biraz uzaklarda olduğum için, biraz da yukarıda da yazdığım gibi içim kaldırmayacağından. Onu ne kadar hırpaladıklarını bilmiyorum, ama tahmin edebiliyorum.

Northanger Abbey'e gelince, Catherine de fazla gelişmiş hayalgücü yüzünden okuduğu korku romanlarının etkisinde kalıp kendi "perili ev"ini kurguluyordu değil mi? Aslında bu kitabın Freudyen bir okuması yapılmış mıdır acaba, diye düşündüm şimdi. Çok şık olurdu. Mutlaka yapılmıştır gerçi. Böyle bir okumayı davet ediyor çünkü.

Selamlar, sevgiler...