Sunday, October 10, 2010

Unutmak


Hafızam hiç bir zaman çok parlak olmamıştır. Eskiden buna üzülürdüm. Sonra anladım ki, unutkanlık o kadar da kötü bir şey değil. Öyle ki, buna bir hediye gözüyle bile bakabiliriz aslında. Gündelik hayatı kimi zaman içinden çıkılmaz hale getirse bile, şanslı bir durum olarak görebiliriz.

Unutkanlığımın derecesini bilen ve bunu dehşetle karşılayan bir arkadaşım vardı. Bir keresinde saklayamadığı bir gururla şöyle demişti: “Ben hiç bir şeyi unutmam, ama hiç bir şeyi.” Ona bunun aslında sevinilecek bir şey olmadığını söyleyememiştim. Benim gözümde onunki kadar kuvvetli bir hafızası olan biri düpedüz lânetli sayılırdı.

“Geçmişin gücüne benim kadar duyarlı biri daha yoktur. Mutlu ya da acı her hatıra gelip kalbime bir bıçak gibi saplanır, hep aynı hisleri uyandırır. Böyle saçma biriyim ben işte: Hiç bir şeyi unutmam – ama hiç bir şeyi!”

Lermontov ‘Zamanımızın Bir Kahramanı’nda Peçorin’e bunları söyletirken, aynı lânetten söz eder. Şunu der gibidir: hatırlamak belâlı bir şeydir.

Yüzbaşı Peçorin de öyledir. Belâlı yani. Lermontov’un karakteri roman aleminin en zor kişilerinden biridir. Kuşkucu ve inançsızdır bir defa. Kadınları birbiri ardına baştan çıkarırken, kendisi asla teslim olmaz. Çünkü ne mutluluğa ne de geleceğe dair bir inancı vardır. Kendisinin ya da başkalarının duygularının gerçekliğine ikna olmaya en çok yaklaştığı anlarda bile, dünyaya bakışı değişmez: hayat sıkıcı, varoluş anlamsız, ölüm kaçınılmazdır. O zaman herhangi bir şeyin peşinden koşmanın ne anlamı vardır? Peçorin, başka şeyler gibi, bunu da unutmaz.

Sonu benzemesin, benim arkadaş da Peçorin’den izler taşıyordu. Kimseye güvenmezdi. Galiba kendisine bile. Çok zekiydi. İnsanları bazen onların kendilerini anladıklarından daha iyi kavrar, en karmaşık durumları bütün inceliklerine kadar görürdü. İkimizin de şahit olduğu bir sahneyi bir de onun ağzından dinlemeye bayılırdım. Farkına bile varmadığım bir sürü ayrıntıyı çıkarıp gösterirdi. Ve tabii hiç bir şeyi unutmazdı. Her olayı en küçük detayına kadar zihnine kaydeder, yeri gelip de hatırlanması gerektiğinde upuzun bir konuşmayı eksiksiz bir şekilde tekrar edebilirdi.

Uzun bir arkadaşlıktı bizimki. Fakat zamanla uzaklaştık, görüşmez olduk. Neden, diye düşündüm geçenlerde. Eskiden bu kadar keyif aldığım bir arkadaşlık, bana neden aynı tadı vermiyor artık? Oysa hiç bir şey değişmedi, dedim kendi kendime. Sonra farkettim ki, sorun da bu zaten. Değişen hiç bir şey yok. Hep aynı şeyleri konuşuyoruz. Aynı hikayeleri tekrar edip duruyoruz. Çünkü o hiç bir şeyi unutmuyor, geride bırakmıyor. Kalp kırıklıkları, sevecenlikler, hatalar ve güzellikler, hepsi onun zihninde yaşandıkları ilk andaki kadar canlı bir şekilde duruyor. Oysa bu şekilde mumlanıp saklandığı zaman, yaşantılar tecrübeye dönüşmüyor. Hayat ilerlemiyor. Aksine, bütün kapıların aynı odaya açıldığı bir döngü haline geliyor.

Ünlü roman kuramcısı Franco Moretti, her zamanki muzipliğiyle, Peçorin’in durumunu andıran bu tıkanmaya ‘kronolojik kısa devre’ adını verir. Üstesinden gelinemeyen tecrübenin zamanda bir tür katlanma yarattığını ima eder bununla. Bu karakterler için hayatın kendisi bir travma gibidir sanki. Öyle bir tekrarlama, ileri gidememe hali içindedirler.

Yine de asıl ilginç olan, Moretti’nin hafızayı değil de unutkanlığı öğrenmenin esası olarak görmesidir. İlk anda çelişik görünse de doğrudur bu. İleri gitmek, yani bir andan diğerine geçmek için, zamanı tarihsel bir süreç olarak algılamak gerekir. Unutmayan biri içinse zaman ‘tarih’ haline gelmez, bir noktada durur. Böyle birinin tecrübesi asla ‘geçmiş’in bir parçası olmaz, sonsuz bir ‘şimdi’de sıkışıp kalır.

Korkutucu olan da budur aslında. Çünkü tecrübenin kendisi ne kadar iyi olursa olsun, yeniden ve yeniden yaşandığı zaman bir felâket haline gelebilir.

Öyleyse, deneyimden bir şey öğrenmenin yolu onu önce tutup sonra bırakmaktır. Hem de çok bekletmeden. Eğer geçmişin izlerinin üzerinde dönüp durmak istemiyorsanız tabii.

No comments: