Sunday, October 24, 2010

İtalyan Prova



BirGün
24 Ekim Pazar

Bir tiyatrocu arkadaşım beni provaya çağırmıştı. Bildiğim sevdiğim bir oyundu ama hiç sahnede görmemiştim. Önce oyunun tadını kaçırmamak için gitmek istemedim ama sonra merakıma yenildim ve izlemeye karar verdim. Ben girdiğimde salon karanlıktı. Sıralar arasında sessizce süzüldüm ve arka koltuklardan birine yerleşip heyecanla olacakları beklemeye başladım.

Biraz sonra oyun başladı. Ama bir gariplik vardı. Her şey inanılmaz bir hızla ilerliyor, bütün replikler makinalı tüfek gibi art arda diziliyor, oyuncular sahnede bir oraya bir buraya koşturup duruyordu. Yönetmen arada bir müdahale ediyor, oyun bir süre duruyor, sonra yine aynı akılalmaz hızla ilerliyordu. Hayretler içinde başından sonuna kadar seyrettim. Çıkışta biraz şaşkın biraz da hayalkırıklığı içinde ‘Bu da neydi allahaşkına?’ diye sordum. Arkadaşım gülümsedi. ‘İtalyan provaydı, canım’ dedi.

Tiyatroda ‘İtalyan geçiş’ de denen provayla böylece tanışmış oldum. Esas olarak oyun sergilenmeden kısa bir süre önce yapılan kostümlü provaya benziyordu. Bunda da oyun baştan sona akıyor, hatalar ve eksikler düzeltiliyor, hatta kostüm ya da dekora dair ufak tefek değişiklikler yapılıyordu. Bir tür genel provaydı aslında. Tek bir farkla: bütün replikler iki misli hızla söyleniyor ve normal koşullar altında diyelim ki dört saat sürecek bir prova iki saatte tamamlanıp bitiyordu. İtalyan geçiş denmesi de bundandı zaten. Mizah duygusu olan biri, bu provaya hızlı konuşulan bir dil olan İtalyanca’dan esinlenerek bu ismi uygun görmüştü anlaşılan. Bunun çok yerinde bir tespit olduğunu söyledim arkadaşıma. Çünkü o hızla söylendiğinde bütün replikler kulağa İtalyanca gibi geliyordu. Oyundan pek bir şey anlamamıştım.

Şimdi de bundan pek farklı bir durumda değilim aslında. Bu yeni hayatta her şey çarçabuk olup bitiyor. Ben yetişene kadar insanlar söyleyeceklerini söylüyor, perde kapanıyor, oyun sona eriyor.

Mesela restoranları ele alalım. Gidip oturuyorsunuz, tepenize bıcır bıcır konuşan ve söylediklerinin yarısı anlaşılmayan bir kızcağız dikiliyor. Diyelim ki salata ısmarlayacaksınız. Bir salata ne kadar karmaşık olabilir ki? Öyle değil işte. Kız nefes almadan saymaya başlıyor: etli mi, tavuklu mu, yoksa vejetaryen mi? Peki ya nasıl sos koymalı: hardalla bal mı, zeytinyağı ve sirke mi, mayonezli mi, sarmısak olsun mu olmasın mı, üzerine kruton koyalım mı? Bu noktada artık boş boş bakmaya başlıyorum. Bir yandan açlıktan zil çalan midemin sesini bastıracak bir şeyler araştırırken, öte yandan da ekmekleri kuruttukları için mi onlara ‘kuru-ton’ dediklerini düşünürken buluyorum kendimi.

Bu terane ısmarladığınız her şeyle tekrarlanıyor. Hamburgerinizin yanına salata mı patates mi? Et yemeğini ekşi kremayla mı yok efendim peynirle mi alırsınız? Hiç bir şey hazır ve sunulabilir halde değil. Her aşamada özgür iradenizi kullanarak seçmeniz ve bunu hızlı bir şekilde muhatabınıza bildirmeniz bekleniyor. Yemeğinizi ısmarlamayı başardıysanız, başka bir sıkıntı başlıyor. Tabağınızdaki yemek bitmeden (herhalde bu konuda çok katı bir kural var ki, şu ana kadar bunu ihlal edene rastlamadım) getirip hesabı burnunuza dayıyorlar. Biraz yavaş yerseniz, yine olmuyor. Bu sefer yanınıza gelip ‘Bitirdiniz mi?’ diye soruyorlar. “Evet, ama tabağımdaki yemek artıklarını seyretmekten hoşlanıyorum,” demek geliyor içimden.

Ama en çok zoruma giden ne biliyor musunuz? Sabahları kahve almak. Zaten bin çeşit kahve var. Bir de nasıl içtiğiniz söz konusu olunca, işler iyice karışıyor. Herkes için değil tabii. Önümdeki sarışın bir an bile tereddüt etmeden saydırıyor: “Kafeinsiz, yağlı süt (süt için yer bırakalım), (ah hayır, soya olmasın) karamel sosu ve krema ekleyin, büyük boy bardağa koyalım ve evet kağıt bardak çünkü yanımda götüreceğim.”

Ağzım açık bakakalıyorum. Ben marketten şampuan alırken bile üç saat düşünen biriyim. Kahve için sunulan seçenekleri bir araya getirince – hesapladım – tam 64 değişik kombinasyon çıkıyor ortaya. Bütün bu kararları toplam yirmi saniyede nasıl verebilirim?

Kabuslara özgü bir yavaşlıkta tezgâha yaklaşıyorum ve “Kahve, lütfen” diyorum kısık bir sesle. Herkes bana bakıyor. Arkamdan sabırsız sesler geliyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum.

Burada bütün şehir İtalyan provada. Bense ezberimi yapmamışım. Suçluyum.

1 comment:

Aydan Atlayan Kedi said...

Huzuru bulmak için bize yavaşlığı tavsiye edenler hızın dış dünyadan nasıl da üzerimize saldırdığına dikkat etmiyorlar galiba. Örneğin, bir bankadan aradıklarında öyle hızlı konuşuyorlar ki tekliflerini düşünmeyi bırakın dediklerini bile anlayamıyorum ben. Dünya bu kadar hızlıyken yavaş olmanın hayalini kurmak bile lüks.