Sunday, January 02, 2011

Kırık Kalpler ve Kabuklular



BirGün / 13:19 02 Ocak 2011

Partilerden, toplaşmalardan, kalabalık yemeklerden korkarım. Buluşmalarda sayı üç dört kişiyi geçtiği zaman sersemleyen, her eğlentiden sonra eve gidip saklanarak yeniden insan içine çıkmak için gereken gücü toplamaya çalışan biri için kalabalık bir partiyi hayal etmek bile yorucudur. Yılbaşı eğlenilmesi gereken gecelerin başında gelir. Ondan özellikle çekinirim.

Ne yılbaşı gecelerim var, hepsi unutulsalar yeridir. Herhalde en güzeli, lisedeyken gitmeyi çok istememe rağmen kaçırdığım yeni yıl partisiydi. O partiyi zihnimde öyle allayıp pullamışım ki, bir tek ondan vazgeçemiyorum. Diğerleri ise hep aynı: Yorgunluktan çocuk odalarında uyuyakaldığım ya da kuytu bir köşede gizlenip sigara içerek dakikaları saydığım hepsi birbirine benzeyen geceler.

Geçen hafta bir yılbaşı partisine davet edildiğimizde, bütün bunları hatırlayarak endişeyle titredim. Eyvah dedim kendi kendime, yine bir köşede huysuz huysuz duracağım, yanlış insanlarla konuşmaya çalışacağım, birileri sarhoş olup üzerime içkisini boca edecek, ya da daha kötüsü ben aynısını bir başkasına yapacağım. Fakat reddetmek mümkün değildi. Söylene söylene parti evine doğru yürürken, en azından bu kez hayal kırıklığı olmayacak diye düşündüm, çünkü neyle karşılaşacağımı biliyorum.

Yanılmamışım. Hep aynı küçük konuşmalar, ‘Ne iş yapıyorsunuz’lar, ‘Elbisenize bayıldım’lar, tabağını ikinci kez doldurmalar, buna dair şakalar yapmalar, tatlı ortaya çıkınca atılan çığlıklar, ev sahibine övgüler, tabak çanak şıkırtıları, gitgide yükselen sesler, ‘Birisi müzik koysun’lar, ‘Halıyı kaldıralım’lar…

Bir süre diğer konuklar arasında dolaşıp konuşulanları dinledikten sonra, onlara katılmanın olanaksızlığına ikna olup bir köşeye çekildim. Azıcık sağa sola bakındım. Sonra yanıbaşımdaki kitaplığa gözüm ilişti. Bir de farkettim ki, orada eski bir dostum duruyordu. Biraz yıpranmış, biraz yaşlanmış, üstü başı hırpalanmış, ama tanınmayacak halde değil. İşte o eski günlerden bildiğim sevdiğim, senelerce çantamda taşıdığım Pablo Neruda. Yabancı bir sürü kitabın arasına sıkışıp kalmış. İncecik ve zarif.

Etrafa şöyle bir göz attım, kimse yokluğumu farketmemiş gibi görünüyordu. Herkes konuşmaya dalmış içkilerini yudumluyor, yemek odasından gelen sesler arada bir kahkahalarla bölünüyordu. Kitabı yerinden oynattım. Kolayca sıyrılıp geldi elime. Bir süre sevinçle avcumda tuttum onu. Farklı bir baskıydı bu. Ama oydu işte: “20 Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı.” Hangi sırada hangi şiirin beni karşılayacağını bilmenin rahatlığıyla okumaya başladım.

Aslında şiirden çok anlamam ben. Aşk şiirlerine de özel bir düşkünlüğüm yoktur. Hatta bir çoğunu sıkıcı ve yavan bulurum. Ama Neruda başkadır. Daha ilk sayfadan beni ele geçirdi yine. Yirminci şiire gelene kadar durmadım. Kitabı tanıyanlar, bu son şiirin benim diyen şiir düşmanını bile dize getirebilecek kadar dokunaklı bir ayrılık hikayesi olduğunu bilir. “Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim,” diye başlar Neruda “Sevdim ben onu, o da beni sevdi bir ara.”

“Bir ara sevmek” nasıl bir şeydir acaba diye düşündüm. Bir an bile ayrı kalmaya dayanamazken, bir gün nasıl olup da yürüyüp gidebiliyorduk? Aynı insan olmaktan vazgeçiyorduk belki. Sevdiğimiz birini geride bırakmaya karar verdiğimizde, başka biri olmaya razı oluyorduk aslında. Yalnızca onun gözünde değil. Kendimiz için de başka biri oluyorduk artık. “Aynı gece ağartıyor aynı ağaçları/bizler, ah, o zamanki bizler değiliz ama,” diyordu Neruda.

Geride bıraktığım senelere bir de buradan baktım. Arkada kalan kırık kalplerden olduğum zamanları hatırladığım gibi, kabuklulardan biri haline geldiğim ve dönüp bakmadan yürüyüp gittiğim anları da düşündüm. Her dönemeçte başka bir ben duruyordu. Hiç biri bana benzemiyordu. Çünkü bütün gücümü onları unutmak için harcamıştım.

Yine şiire döndüm. O meşhur dize sayfanın sonuna yakın bir yerden bana bakıyordu: Es tan corto el amor, y es tan largo el olvido (Ne uzundur unutuş, ah ne kısadır sevda). Bu kadar basit bir şekilde dile getirildiği için mi, yoksa tamamen doğru olduğu için mi bilmiyorum, her zamanki gibi yerini buldu.

Salondan beni çağırdılar. Kitabı kapatıp kalktım. Aklımda Neruda’nın şiiri kalabalığa karıştım.

5 comments:

mesed hanım. said...

"es tan corto el amor, y es tan largo el olvido."

ama yine bu kadar içtensiniz.
son zamanlarda odaklanmaya başladım edebiyat yazılarınıza, yakın bir ses hepsi.

sevgiler Meltem Hocam...

divadeiwob said...

bi de bi de, bundan 7-8 sene önce bir memleketi devir teslim partisi vardı bilmem hatırlar mısın, az daha kapıdan geri dönüyorduk :)

A-H said...

kolay kolay carpilmam oyle ama daha ilk yaziyi okuyup etkilendigim nadir bloglardan birindeymisim anlasilan :)
nasil icten yazmissiniz, yureginize saglik :)

Meltem Gürle said...

La Luna, çok meşhur bir dizedir o. İçtenlik benden değil, Neruda'dan yayılıyor yazıya. Kim bu kadar basit bir dille bu kadar şiirsel bir şey söyleyebilir ki: aşk kısa, unutuş uzundur. Öyledir de hakikaten.

A-H, teşekkür ederim. Yine bekleriz buralara. Çay içmeye gelin. :)

Divad, o toplantıyı unutur muyum hiç? Ne çok geri döner gibi olmuştuk, değil mi? Tam benim yapacağım şey işte. Neyse, iyi ki gitmişiz. Yoksa, Koray'ı nasıl tanıyacaktık? Yine de bence çok insan vardı. Gereksiz yere kalabalıktı.

ZehraKhrmn said...

Tek kelime ile "bayıldım".