Tuesday, January 11, 2011

Özünde iyi biri...


10 Ocak 2011
BirGün

Tess D’urberville Thomas Hardy’nin en iyi romanı değildir belki. Mesela Adsız Sansız Bir Jude varken, Tess’e de ne oluyor, diyenler olabilir. Onlara sonuna kadar hak veririm. Ama okuduğum ilk romanı olduğu için mi, yoksa hayata dair hissiyatım henüz pamuk helva kıvamında iken, Nastassja Kinski’nin başrolünü oynadığı Polanski filmine maruz kalıp da darmadağın olduğum için mi, Tess’in yeri ayrıdır benim için.

Hardy, insanın boğazında yumrular oluşturmayı çok iyi bilir. Düşkırıklığının virtüözü, canyakıcı sahnelerin uzmanıdır. Öyle çokbilmiş ve burnu havada İngiliz yazarlarından değildir. Ailesinin fakirliği yüzünden üniversiteye gidememiş, daha çocuk yaşta iken bir inşaatçının yanına çırak olarak verilmiştir. Ama bir çok eğitimli yazara taş çıkarır Hardy. Unutulmaz sahneler yazmıştır kolayca unutulabilecek insanlara dair. Kenarda köşede kalmış karakterlerin yazarıdır o. Kimsenin aldırmadığı, taşralı ve yoksul insanların hikayesini yazar.

Tess de böyle biridir. Küçük bir köyde büyür. Romanın başında bir yanlış anlama nedeniyle, kendini akrabası zannettiği zengin insanların yanında hizmetçi olarak bulur. Evin beyi Alec D’urberville onu baştan çıkarır. Bu ilişkinin sonunda bir çocuğu olur ve ölür. Bu korkunç olayın ardından ismi gibi meleksi bir genç adamla, Angel’la tanışır Tess. Ona aşık olur. Ama geçmişini öğrenirse Angel’in kendisini terk edeceğini düşünür. Yine de bunu saklamayı kendine yediremez. Sevgilisine başına gelenleri anlatan bir mektup yazar ve kapısının altından atar. Ama mektup gidip halının altına sıkışır. Böylece, Angel mektubu hiç okumadan Tess’le evlenir. Tess ise kocasının onu her şeye rağmen sevdiğini düşünüp sonunda mutlu olmaya hakkı olduğuna inanır.

Bir Hardy karakteri için en büyük hata da budur zaten. Mutlu olabileceğine inanmak.

Bunu takip eden sahnede, ikisini evlerinde sofranın başında görürüz. Angel karısına bir itirafta bulunmak istediğini söyler. Onunla evlenmeden önce olgun bir kadınla ilişkisi olmuş ve daha sonra bundan pişmanlık duymuştur. Tess de bundan cesaret alıp mektupta yazdıklarından söz eder ona. Ama mektubun varlığından haberi bile olmayan Angel, bunu duyunca öfke krizi geçirir ve lekelenmiş bir kadın olarak gördüğü Tess’i iyice bir hırpaladıktan sonra çekip gider.

Mektubunun yerine ulaştığını ve koşulsuz bir şekilde sevildiğini düşünen Tess’in şaşkınlığı ve onu izleyen hayalkırıklığı unutulur gibi değildir. Onunla beraber ben de hayret ederim. İki dakika önce benzeri bir nedenle Tess tarafından affedilmeyi bekleyen, onun kucağına yatıp pişmanlık gözyaşları döken Angel, nasıl bu kadar acımasız bir adam haline gelebilmiştir?

Yine aynı temaya geri dönüyoruz belki ama, bu sahne, kendi hayatımda yerine ulaşmayan mektupları hatırlattığı için olacak, beni incitir her seferinde.

Angel gibi insanlardan korkarım. Bunlar kendilerine bir ahlâki saflık, bir güzellik, bir incelik biçerler. Oysa herkes gibi onların da günahları vardır. Ama lekesiz olduklarını düşünmek isterler. Hatta buna inanırlar. Halbuki onlar belki herkesten daha çirkindirler. Kendilerine gösterdikleri hoşgörüyü başka kimseye tanımamış, hatta “ahlâk polisi” kesilmişlerdir. Çünkü bu “ince ruhlu” insanlar tavizsiz ve tahammülsüzdür aslında. Hemen inciniverirler, dünya yaralar onları. Dayanamazlar. Yazık.

Bu insanların öfkesine maruz kalanlar, belki de başka bir şey söyleyemedikleri için, “özünde iyi biri” diye tarif ederler onları. Oysa, “özünde” iyi olmak yeterli değildir. İyilik başka insanları da ilgilendiren bir şeydir. İlişkisel bir şeydir. Öyle evinizde tekbaşına duvarlara bakarak “iyi biri” olamazsınız. Önemli olan, bir ilişkinin içindeyken iyi kalmayı başarıp başaramadığınızdır.

Onun içindir ki, Angel gibiler belki de en “kötü” insanlardır. Değil mi ki, bomboş dünyalarında meleksi hayaller kurmakla kalmayıp tepemize yargıç kesilmişler ve bize iyi olanı vaaz etmişlerdir.

Gönül indirip biz günahkarlar arasına inseler, belki bunu yüzlerine bile söyleyebiliriz.

10 comments:

mesed hanım. said...

"Mutlu olabileceğine inanmak."

böyle bir iyimserliğin düşüncesi çok mu kötümser olur yoksa?

divadeiwob said...

hiçbir şeyin özünde "iyi" ya da "kötü" olmadığının farkına varmak çok acı oluyor. tabi en acısı mutlu olabileceğine inanmak. belki genetik bir şey bu. mutlu olamayacağını bilen atalarımız soylarını devam ettir(e)mediler.

Meltem Gürle said...
This comment has been removed by the author.
Sürçülisan Güncesi said...

nasıl anlatacağım bilmiyorum, nasıl oldu da bağladım buraya onu hiç bilmiyorum; ama demem o ki, ben de özümde iyi bir okuyucuyum aslında. ya da öyle olduğumu sanırdım. yazılarınızı okudukça okumak da tek başına yapılabilecek bir şey değil gibi gelmeye başladı. kalabalıklardan kaçıp okumak hala cazip; ama itiraf etmeliyim sizi takip edip iz sürer gibi peşinizden okumak daha da cazip. sevgilerimle...

Meltem Gürle said...

Okurken hep bir izi takip ediyoruz galiba. Onun için benim kafamda kitaplar eninde sonunda hep insanlara bağlanır.

Sizi o kitaplara götüren insanları -- ya da bazen başka yazarları hatırlarsınız. Beni Panait Istrati'ye götüren dedemdir mesela, ama Tolstoy'a götüren Ignazio Silone diye çok az insanın tanıdığı bir solcu Italyan yazardır.

Hep böyle değil midir? Yani tekbaşına okuduğumuzu düşündüğümüz anlarda bile, başkalarıyla 'birlikte' okuyoruzdur aslında.

Aydan Atlayan Kedi said...

"Özünde iyi biri" olarak adlandırılan insanlardan hep korkmuşumdur. Bu şekilde tabir edilenlerin işledikleri en büyük günahlar (böyle tabir edelim biz bunu) iyi olmaya çalışan birileri tarafından hoşgörülmeye çalışılıyordur çünkü. Kendisine affedici bir tavırla yaklaşan, kendisini her türlü affa layık gören bu adam ya da kadınlar, diğerlerini her nedense kusursuz görmek isterler. Tıpkı Angel gibi. Angel, Tess'i affetmez. Ama ona kendisini anımsatsanız "benimki başka" der. Neden? Çünkü, merkezi kendisidir. O dünyanın içinde hata yapa yapa ilerliyordur ama yürüdüğü yolda karşısına çıkanların hataları olmamalıdır. Korkaklık diyemez miyiz bunun adına? Belki kendisini öyle çok suçluyordur ki kendi hatalarına olan öfkesini başkalarında görüyor onları affedemiyordur. İnsan kendine ne kadar şefkat duyarsa başkasına o karşı o kadar acımasızdır gibi geliyor bana.

Sürçülisan Güncesi said...

işte bu çok ilginç, şu anda Fontamara'yı okuyorum. yine peşinize takılmış bulundum.

birlikte okumaktan bir adım ötesi 'birlikte' yazmak herhalde. insanın kendisinin yazdıkları bile ne kadar kendisinin, ne zaman o cümleler onun olmuş çıkarabilmesi her zaman mümkün olmuyor. birkaç kez çok güzel bir cümle kurdum sanıp sakinleyince gerçeğini hatırladığım olmuştur. ama gerisi, şimdi yazdıklarım mesela nerelerden damıtılıp geldi kim bilir?

nihayetinde okur-yazarlık bir nevi yeniden inşa, sonsuz bir yap-boz oyunu. yeniden bozup yeniden kurmak. kendimizi, geçmişimizi, hatta dönüp okuduklarımızı... kitapsız kalınca oyuncağı alınmış çocuk gibi mızmızlanmamız biraz da bundan herhalde.

Meltem Gürle said...

Sürçülisan, aklınıza çok iyi bir şey geldiyse, bilin ki daha önce başka biri düşünmüştür. (Bunu da herhalde başka biri daha önce söylemiştir. Bana fazla iyi göründü.)

Kedi, 'özünde iyi biri' galiba daha iyi bir şey söyleyemediğimiz zamanlarda söylediğimiz laflardan biri. Yani, belki de aslında berbat biri bu demek istiyoruz, sizin de söylediğiniz gibi. Ama benim bu yazıdaki derdim biraz da 'ruh güzelliği' diye tarif edilen şeyin başka insanlardan bağımsız olarak düşünülemeyeceğiydi. Yani, öyle soyut bir iyilikten ziyade, insan ilişkileri içinde sınanmış bir iyiliği yeğlemeyi öneriyordum.

Hardy'nin romanının gerçek kötü adamının Alec değil de Angel olduğunu söylemem de ondandı.

füsun koçoğlu özgüç said...

"özünde iyi biri... sözünde dandik, kavgada hiç çekilmez!" böyle insanlar tanıyorum ama işin garibi, bazı ilişkilerimde ben de böyleyim. insanın özünde!!! barındırdığı çok yönlülük müdür bu? yani herkes "özünde iyi biri..." olabilir zaman zaman. olamaz mı? hiç olmadınız mı? belli ki ben de bağımlısı olacağım yazdıklarının.

Meltem Gürle said...

Yok, sen 'özünde' iyi biri değilsin, Fus. 'Özünde iyi biri' davranmaktan korkar, hayattan korkar. İlişkiler hep istediği gibi gitsin ister. Öyle olmayınca kaçıp gider. Dünyayı yaşamak yerine kendine göre eğip bükmek ister. Bunun olanaksızlığını görünce de mızıldanır.

Sen böyle biri değilsin. Sen her zaman yaşamayı tercih eden biri oldun.

Not. Yanlışlıkla yukarıda bir 'comment'i silmişim, ilgililerden özür dilerim.